Halit Ziya Uşaklıgil
Kırk Yıl.
Başka sanat, ilim ve fen, edebiyat zümreleri nasıl teşekkül eder, müesşis âza arasında evvelden bir fikir ve meslek teatisi olur mu ve bu iptidaî anlaşmadan sonra esâsât ve nazariyyâtı tesbit ederek bir mukavele akdolunur mu, velhasıl bir cemiyyet-i hafiyye gibi bir ittifaknâme imza edilerek, âza, merâsim-i mahsûsa ile bir ahd ü peyman râbıtasıyle yekdiğerine bağlanır mı, bunu bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa, kendisine bir unvan bulmak zahmetini bile rakiplerine bırakan ve bu isme tesâhüb etmekte bir izzet-i nefis 'meselesi görmeyen Edebiyyat-ı Cedide âzası birbiriyle temas etmeden evvel birleşmiş oldular. Evvelce temas etselerdi de edebiyat âleminde yeni bir hareket ibdâma teşebbüs etselerdi belki birleşmiş olacaklardı. Onlar, hattâ, yeni bir yolun ilk hatvelerini atmak üzere seferber olduklarına bile vâkıf değillerdi. Sadece bir el:
- Çocuklar, siz yazı yazsanıza, işte size sahifelerini açan bir risale; diye Ahmet İhsan'ın haftalık Musavver mecmuasını göstermişti. Bu el birinin üstadı, ikincisinin edebî telâkkiyatta bir rehberi, üçüncüsünün ilk adımlarında hâmisi olmuştu; ve üçü tarafından da hürmetle öpülecek nezih ve mübarek bir eldi. Derhâl onun işaretine mütâvaat ederek oraya gittiler.
Zaten üçünün arasında ne şahsen, ne hulken, ne de mevkien bir müşabehet de yoktu; biri İstanbul'dan çıkmamış, Galatasaray'ın dört duvarı arasında mübhem emeller besledikten sonra hayata çıkınca onu hayalinden o kadar uzak görmüştü ki Bâb-ı Âli'de ciğerlerine muvafık bir hava bulamayarak boğulacağına hükmetmiş, bir maden kuyusunda müsemmim bir hava yutmuş gibi kendisini dışarıya atarak, biraz sersem, biraz şaşkın, bu memlekette nasıl yaşanabileceğinde mütehayyir, sarf edilmeye vesile bulunmayan zengin kuvvetlerini habsede ede dolaşıyordu; bütün rüyet âfâkı, mektebin hakikate varamayacak emelleriyle memleketin her ümidi gırtlağından tutup sıkan idaresinin arasında bir karanlık köşeden ibaretti. Onda parlak ne varsa, ruhunun içinde kaynayan bir güneş galeyanıyle nasıl bir hayat tutuşuyorsa, o müebbeden tazyik olunmağa, derinlere gömülmek lâzım gelen bir cesed gibi mezarının üzerine yığın yığın toprak atılmağa mahkûmdu; kendisine böyle bir teklifte bulunulunca onu bir müddet için avunulacak bir eğlence kabilinden aldı.
İkincisi hiç fütur ile kırılmış değildi. O her şeyden evvel bir fen adamıydı, bir ilim sâlikiydi; bunun yanında, belki daha derînde onun sanata, şiire, fikir ve hayale öyle bir ibtilâsı vardı ki mektepten, ve memleket muhitinden çıkıp da kendisini geniş bir sahada, ne cinsten olursa olsun bütün emellerine cevap veren ufuklarla muhat görünce tıb teşrihhanelerinden Montparnâsse mahfillerine, kimya tecrübegâhlarından edebiyat ve sanat cemiyetlerine koşmuş, kolları kucak kucak görgü ve servetleri toplayarak ne topladıysa onu yutarak, bu konuşmalardan yorgun, fakat her yoruluştan, fazla bir kuvvetle sıyrılarak, memlekete avdet etmişti.
Üçüncüsü, nihayet bir taşra çocuğu idi. Garp âleminde ufak bir gezintiden ibaret kalan müşahede sermayesi onu doyurmaktan ziyade aç bırakmıştı. Ne görebildiyse, kitap sahifelerini çevirirken o kısa mesafenin arasından hayalinde görmüştü ve bu gördüklerinin hiç biri, muayyen bir şekil almamış, sabit bir şe'niyyet bulmamıştı; kendisinde bir kanatlanma kabiliyyeti var zannındaydı; belki bir karınca gibi, belki bir kelebek gibi, her halde bir kartal değildi. Oradan oraya uçuşmaya çalışırken kendisine ilişecek bir çatı kenarı gösterilmişti, oraya ilişti, o kadar...
Hattâ bunların arasında bir sanat karabeti bile yoktu, fakat buna mukabil, sanatta zevk ittifakı vardı. Bu ittifak belki buluşmağa kâfiydi, fakat onları bağlayan ve birbirine sevdiren başka karabet noktaları vardı. Bunlar o kadar kolay telhis olunamaz.
Sözcükler