Halit Ziya Uşaklıgil
Halit Ziya Uşaklıgil, Bir Yazın Tarihi, 1941, s.181-191.
Sabahtan akşama kadar Boğaz’ı bir baştan bir başa gezerek, vapurla iskele iskele dolaşarak, işte, hayatının işe yarayan kısmını geçirmiş, şimdi arkasında boş bir mazi, önünde gene boş bir istikbal ile hayatının tek bir teranesine tercüman olmaktan usanan sarı boruya ara sıra takarrüp ederdi (yaklaşırdı).
Şimdi ne kadar oluyor? Yirmi sene... Bu yirmi yılın içinde yirmi günlük vukuat (olaylar) yoktu. Aman Yarabbi! Bu uzun seneler şuracıkta nasıl geçmişti!.. Evelleri bundan o kadar sıkılmamıştı. Zaten o hiç bir zaman kendisi için adi hayatın fevkinde (üstünde) bir şey tasavvur etmemişti.. Ta çocukluğundan beri zevkleri sade, emelleri ufaktı...
Mektepte derslerine çalışırken, “yalnız mektepte bulunmak derslere çalışmak icap ettirir” diye basit ve mücmel (öz, kısa) bir fikri rehber edinmişti. Hatta mektepten çıktıktan sonra bile, hülya sahibi olmamak neticesiyle mecrasını tebdile (yolunu değiştirmeye) lüzum görülmemiş tesadüflerin hizmetiyle mesleğinin istikametine bir inhiraf (sapma) gelerek, bir küçük kayıtsızlıkla, hayatının bütün cereyanını tebdil etmiş (akışını değiştirmiş), böylece İstanbul’un seyyar parçalarına benzeyen bu vapurlardan birine mıhlanıvermişti.
İlk önce Üsküdar’a, Salacak’a, Harem’e gider gelirdi. Kabataş’a, Beşiktaş’a da uğrardı. Fakat belki birinci emel olarak o zaman asıl hevesi Boğaziçi seferleriydi. Bu emeli hasıl oluncaya (gerçekleşinceye) kadar epeyce sıkılmıştı. O da vücut bulunca; artık emel edinecek bir şey kalmadığı için, sıkılmaya sebep kalmamış oldu. Hatta kendisini mesut buluyordu.
Ufak tefek tebeddüllerden (değişikliklerden) başka hayatının münferit cereyanı (tek akışı) sabahleyin Yenimahalle iskelesinden kalkmak, bütün Rumeli sahillerini birer birer selamlayarak Köprü’ye gelmek, sonra hemen gene hareket ederek Anadolu kıyısını takip ede ede sabahtan akşama kadar Boğaz’ı aşağı yukarı inip çıkmaktan ibaretti.
Kendi kendisine:
“Oh, ne iyi! Ebedî bir seyran (gezinti)!..” derdi. Bu seyrandan eğlenirdi. Hissetmek isterdi ki sürüp giden eğlenceler kadar can sıkıcı bir şey yoktur, iki sefer arasındaki bir fasıladan istifade ederek ya Galata’ya gider, (kısa bir süre sonra) yetişememek korkusuyla, heyecanla avdet eder (geri döner) ya da Köprü kahvelerinden birine sokularak tavla oynardı.
Eğlenceleri hemen bundan ibaretti. Ama pek az zaman sonra bunlarla iktifa etmemeye (yetinmemeye) başladı. Artık bu hayat yavaş yavaş bir azap hükmünü almaya başlamıştı. Baharları biraz dirilir gibi olurdu; etrafından Boğaz’ın yeşil tepeleri, taze güneşin altında mütebessim (gülümseyen) binaları geçerken kendinde bir teceddüt vukuunu (bir yenilik olduğu) tevehhüm eder (kuruntusuna kapılır), şu etrafına sallanarak koşan ağaçların taze usaresine benzer bir şeyin damarlarında da ihtizazını (titreştiğini) duyardı. Yazın, kışın takati sönerdi.
Yazın, mesela bir cuma günü bütün teferrüce (gezmeye) çıkmış halkı Mesarburnu’na götürürken onda da, şu vapuru burada kendi haline bırakarak, onlarla birlikte çıkıp gitmek için şedit (şiddetli) bir arzu uyanırdı. Evet gitmek, hayatının bir parça da kendisinin olduğunu hissetmek için, bu vapurdan kaçmak isterdi.
O arabalardan birine atlayarak gidip, mesela, Çırçırsuyu’nda bir ağacın altına oturmak, hararetten yanan ciğerlerini o berrak, serin su ile serinlendirmek, güneş altında bunalan beynini bir parça dinlendirerek bir Hicaz Faslı dinlemek için ne mukavemet edilmez (dayanılamaz) bir ihtiyaç duyardı; fakat mümkün değildi.
(Kaptan Köşkü)’nün parmaklığına dayanarak bir tehalükle (aceleyle) çıkan çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek alayına gıpta ile bakar, iskelede rıhtımda onların uzaklaştıklarını seyreder, bu seyranı hayalinde ikmale (tamamlamaya) çalışır; sonra vaktinde avdet seferini yapamayacağından korkarak acelesinden yerinde tepinir, bağırır, kızar; nihayet sinirli bir hareketle düdüğünün ipine asılarak çeker, bu tenezzüh yerini havayı hançerleyen bir feryat ile yırtarak nasibi olmayan bu alemden bir an evvel uzaklaşmak için kaçardı...
Gene kaçmak, gidip başkalarını alarak getirmek, her uğranılan yerde bu acı düdük feryatlarıyla kendisine ait olmayan seyranlara davet ederek gene çıkmak, gene inmek; sonra bütün o yüzlerce binlerce taşınan halk serin ağaç altlarında soğuk sularla kanlarını tazelerken Köprü’de çinko kaplı sıcak kahvede tavla oynamak lazım gelirdi.
Ve bu, böyle, işte yirmi seneden beri devam ediyordu...
Kışın tipiler, yağmurlar, rüzgârlar başının üstünde dönerken hemen oracıkta donuvermek, ölüvermek arzularını duyardı. Bir dolu mangal... Bir sıcak oda... Bir yün örtü... Kaynar bir çay... Burada ısınmak için ayaklarını yere vurdukça bunları düşünürdü.
Bir vakitler hiç olmazsa bu takat kıran mesai (çalışma) saatlerini bitirdikten sonra, geceleri bunları bulacak bir evi vardı. O zaman annesiyle kız kardeşini Yenimahalle’ye getirmiş, orada bir küçük eve yerleştirmişti. Her akşam son seferini bitirdikten sonra eve koşar, orda ruhunu ve fikrini dinlendirirdi.
Ah, o mesut aile saatleri!.. Şimdi ondan ne kadar uzak ve ona ne kadar muhtaçtı. O zamanlar teehhülden (evlenmesinden) bahs olundukça garip bir inatla reddeder, muhalefet için türlü boş sebepler bulurdu. Bir vakit kız kardeşini mani olarak gösterirdi, işi onun izdivacından sonraya talik etti. Nihayet onu bir istihkâm zabitine (subayına) vererek, annesiyle birlikte göndermeye mecbur olduktan sonra aile hayatından da nefsini mahrum etmeye muvaffak olabileceğine zahip (zannetmiş) olmuş idi. Lakin vapurun karanlık, dar bir köşesinde birbirinin aynı geceler birbirini tevali ettikçe (izledikçe) bu zehapta aldandığını anlamakta gecikmedi. Fakat bilinemez nasıl bir ihmal ile bir aile teşkili tasavvur ve ihtiyacını daima ertesi güne talik ede ede bir gün fark etmişti ki saçları ağarmış...
“Bundan sonra izdivaç?..” diye eğlenerek güler, omuzlarını silkerdi. Fakat her gün Karadeniz boğazına geldikçe ciğerleri bir aile ocağının saadet havasını arayarak şişer, işte şu Boğaz’dan ötede, ta uzaklarda, annesinden ruhuna bir tesliyet rahiyası (avuntu kokusu) getirecek olan rüzgarı nefesini beklerdi.
Lakin artık başka bir çare bulmuştu. Şimdi, onlar gittikten sonra yavaş yavaş başlayarak nihayet büsbütün galebe çalan bir ihtiyat ile (alışkanlıkla), her akşam vapurdan eve gidiyor vehmiyle (kuruntusuyla), meyhanelerden birine gider ve gecenin karartısı içinde uyumaya başlayan denize boş bir nazarla bakarak, tehi (boş) bir dimağ ile düşünmeyerek, yalnız iştahlıca yemek, derince uyuyabilmek için, gözleri bulanıncaya kadar içtikten sonra vapura gider, (oradaki) yatağının içinde rüyasız uyurdu.
Fakat şimdi onun, yalnız gündüzlere mahsus bir rüyası vardı: Bu hülyadan nasipsiz dimağda, kalbini dünyada hiç bir kimseye tevdi (emanet) edememek mecburiyetiyle, boş hayatının üzerine kardan bir kefen çeken yalnızlık, yavaş yavaş muharip (yıpratıcı) tesirini icra ederek onu gittikçe sükut ve melale (sessizlik ve hüzne) sevketmiş; artık söylenebilecek lakırdıların (sözlerin) lüzumsuzluğunu göre göre, hiçbir şey söylememeye alışmıştı.
Arkadaşlarıyla birlikte bulununca lakırdı etmez olmuştu. “Kaptanla müsahabet etmek (konuşmak) memnudur (yasaktır)” levhasını boynuna asarak gezse bile taaccüp (hayret) olunamazdı. O, bu tesirin terakkisini (ilerleyişini) görmemiş, anlamamıştı; Çünkü nefsini tahlile bile üşeniyordu.
Fakat yirmi sene süren bu boş hayat içinde bir gün -serseri bir rüzgârla gelmiş tohumdan bir çölün içinde yetişen narin bir çiçek şeklinde- işte o rüya uyanıvermişti. Bu rüya mai boyalı bir yalı idi. Küçük, fakat zarif, pencerelerinin yeşil pancurlarıyla, şehnişininin (balkonunun) oyma tahtadan kenarlarıyla, çatısından sarkan nazik oymalarla oracıkta bir demet çiçek heyetiyle duran hoş bir yalıydı.
Bir gün gene Karadeniz boğazından annesine selam gönderen bir nazarla (bakışla) bakarak Köprü’ye her vakitten ziyade bir keselan (yorgunluk) ile avdet ederken onu görmüştü. Birdenbire taaccüb etmişti; bu yalıyı yeni yapılmış bir şey zannetti. O gün şu bir dakikalık nazarın isabeti içinde o kadar lâtif bir saadet yuvası şeklinde görünmüştü ki her vakit önünden geçtiği halde bugün duyduğu hissi daha evvel duymamış olmasına ihtimal veremiyordu.
Kalbinde birden, o zamana kadar hissedilemeyerek geçen tesiratın (etkilerin) inkişafıyla (gelişmesiyle) bir emel uyandı: Bu yalı kendisinin olsa!..
Böyle makineye verilen iki emir, çimacılara yukarıdan fırlatılan bir yığın tekdir (azarlama) arasında doğuveren bu emeli hayalinde takip etti ve ilk kez olarak bu adam hülya kurmuş oldu:
Evet, bu yalı kendisinin olsa...
Bu rüyet (görüş) hayali içinde kendisini orada, yazın sarmaşıkları arasında kaybolması lazım gelen şehnişinin kenarında, arkasında yalnız gömleğiyle, başında ince bir takkeyle, ayaklarında terliklerle, keten bezinden açılır kapanır bir iskemleye yaslanmış (gibi) gördü.
Sonra onu gördü, onun ismini bilmiyordu. O ki bu rüyayı kendisiyle paylaşacaktı. Hatta zihninde ona bir sima bile tertip etmiyordu. Bir kadın, kendisini sevecek bir kadın kalbi, ancak o kadar... Bu rüyayı bulduktan sonra bir kalbe ihtiyacının şiddetini birden anlamıştı. Buna bir de çocuk ekliyordu. Hatta bunun teferruatını da düşünüyordu:
Çocuğun saçları derin kırpılmış olacaktı; buna merakı vardı. Çocuk tombalak, sekiz yaşlarında bir herif olacaktı, hayır olmuş bulunacaktı. Mademki bu rüyanın husulü (gerçekleşmesi) artık mümkün değildi; hep “olsa...” demiyor, “olmuş olsaydı...” diyordu. Fakat ne ehemmiyeti (önemi) var? Mesele rüyanın tahakkukunda (gerçekleşmesinde) değildi.
Artık her seferinde oradan geçerken bir gülümsemeyle bu mavi yalıya bakarak rüyasını yaşardı. Bütün aşağı yukarı inip çıkarken bu rüyayı takip ederek ve bunun maziye veya istikbale nispetini karıştırarak kırk beş yaşında olduğunu, hayatında bundan sonra dolması mümkün olmayan bir boşluk bulunduğunu unutur, seri bir tarh ameliyesiyle (çıkarma işlemi) mazisinden yirmi seneyi hazfederek (atarak), geçmiş hayatını yeniden bu rüya ile yaşamaya başlardı.
Öyle zamanlar olurdu ki bu hülya binasını mamur olarak kurmak için makul bir esas icadına çalışırdı. Bu yalıyı mesela bin liraya alacaktı. Bu parayı aylıklarından biriktirmek için hesap yapardı: Ayda dört lira kadar artırmak mümkün olsa, senede hemen elli lira edecek; şu halde bin lira için yirmi sene beklenecek...
Bu neticeye gelince hesaba inanmazdı; bin kez tekrar ettiği bu hesabı yeniden yapar; gözlerini yumarak, parmaklarının ianesine (yardımına) müracaat ederek (başvurarak) tekrar düşünürdü.
Yirmi sene? Demek bütün burada geçen hayat gene böyle geçmiş olmalıydı ki bin lira istihsal edilmiş (elde edilebilmiş) olsun!
O zaman hülyayı değiştirir, esası bozar, başka şeyler icat eder; evvelce icat olunmuş bir şeyi beğenmez, onu bırakır, öteki birini bulmakta zorluk çeker, çaresiz kalınca evvelden bulunmuş sebeplerden feragat eder, hülyaya yine mefruz (tasarlanmış) bir noktadan başlardı. Aman Yarabbi! Bir saadet rüyası kurmak bile insanlar için böyle zor muydu?
Bin lirayı mevcut farz ederek -ama bu noksan kalbinde fena bir tesir bırakırdı- bu mavi yalıyı satın alırdı. Kendisi gene böyle bir adam olacaktı; yüksek şeyler düşünmeye havsalası (anlayışı) kifayet edemezdi (yeterli değildi), ya böyle, ya buna yakın bir şey!..
Onca asıl ehemmiyete şayan olan şey bu mavi yalıydı, kendisini unuturdu; kendisi ne olursa olsun, fakat bu mavi yalı herhalde mevcut olmalıydı... Daha sonra o kadınla o çocuk.. Ah, onları nasıl sevecekti!..
Karısıyla birlikte geceleri rıhtımda mehtaba çıkacaklardı. Karısının zarif bir yeldirmesi, başında ipekten ince bir örtüsü olacaktı; hatta çocuğu da birlikte yanlarına alacaklardı. Gecenin rutubetinden nezle olmasın ihtiyatlılığı ile çocuğa bir başlık giydirmek lüzumunu bile düşünüyordu...
Kendisinin elinde bir kamçı olacak, bir fino köpeğini idare eder gibi o maskarayı arkasından, bu kamçının mini mini temaslarıyla denize yaklaşmaktan men ederek, öylece, ay’ın altında yürüyeceklerdi...
Bir gün Büyükdere seyranında böyle bir Freng’e rastlamıştı da ne kadar hoşuna gitmişti... Gecenin tatlı sessizliği içinde karısı ve çocuğu ile gezerken ne kadar mutlu olacaktı.
Onlar da kendisini seveceklerdi; hatta sevilmek lezzetini tamamıyla hissetmek için, bu rüyaya bir de hastalık ilave ederdi. Bir vakit kendisi hasta olmuştu da çimacının elinde kalmıştı. Lakin o zaman ona karısı bakmış olsaydı; yatağının başında bekleyecek, gözlerini açsa o da uyanarak koşacaktı. Çocuk bile babasını yatıyor gördükçe odanın içinde, ağlamaya vesile bulmak için huysuzluklar çıkaracaktı ve sonra da yatağına tırmanarak yanına sokulacak, “babam iyi olsun diye yanında uyuyacağım” düşüncesiyle mini mini başını onun yüzüne yaklaştırarak içini çeke çeke uyuyacaktı. Ah! O bunların arasında, bu hastalığından, ne mutlu olacaktı!..
Yirmi yıl boşa geçen bir hayattan sonra, bir soğuk günde artık vücudunu dinlendirecek bir yatak bulmak ihtiyacının her vakitten daha ziyade meydana çıktığı bir zamanda başlayan bu rüya, birden, o kadar kuvvet kesp etmiş oldu ki doldurulmaya muhtaç olan geçmiş hayatı bununla doluvermişti.
Bu rüyanın istikbale değil, maziye ait olduğunu bilirdi. Onun için, mültezem (lüzumlu görülen) bir his galatıyla (duygu yanılması), hep yirmi sene evvele ricat ederek (dönerek) başlardı. Ve adeta bunu vücut bulmuş farz ederek, mahiyetini eşmekten itina ile (çekinerek) nefsini men eylediği bir gaflet ile bu rüyanın içine girerek yaşadıkça daha yaşamak için kuvvet bulurdu...Bütün bu kışı mavi yalıyı her geçişinde görmekle, seyretmekle, sonra hülyasını tekrar başlayıp süslemekle geçirdi. Kapalı pancurlarından meskun olmadığı (oturulmadığı) anlaşılan bu mavi yalıda onun emelinden başka bir kimsenin bulunmaması hakikatini takviye ediyordu. Ona baktıkça gülümseyerek:”Benim yalı, benim mavi yalı!.” derdi. Hatta bahar gelince havalar biraz daha ısınınca ailesiyle beraber o rüyanın karısıyla, çocuğuyla beraber, buraya geçeceklermişçesine kalbinde yaz için bir intizar (bekleme) bile vardı. Sonra birden kendi kendisine güler, düdüğünün ipine asılarak acı bir feryatla mavi yalıdan uzaklaşır, giderdi.
Nihayet bir gün, yaz mukaddimesine (başlangıcına) tesadüf eden, fakat nisan havasının bir dönekliğiyle ağustos sıcaklarına nazire yapan bir günde, akşam seferini icra edecekti. Sabahtan beri Köprü’den Boğaziçi’nin sonlarına kadar hergün aynı ittirad (tekdüzeyle) ile takarrür eden (yinelenen) seferlerin artık bu sonuncusu olacaktı. Bugün her vakitkinden ziyade yorulmuştu. Hava bati (ağır), Karadeniz boğazından püsküren serince havada bile bugün güneşin kızgın harareti altında bunalan beynine, yanan ciğerlerine inşirah (ferahlık) verecek kuvvet yok. Artık bu sonsuz seferlerden, bugün her vakitten ziyade hissediyordu ki, bıkmış usanmıştı.
Birden bir ses ismini çağırdı; o başını çevirdi, kendisine gülerek: “Tanıyamadınız mı?” deniyordu.
O, tanıyamıyordu; fakat ihtiyatlılık ederek menfi vermekte de acele etmiyor, bu bahriye miralayına (deniz albayına), kordonlarına, mütebessim çehresine, mesut heyetine (görünüşüne) -hatıralarını kazıyarak- uzun uzun bakıyordu. Sonra birden tahattür etti (hatırladı): bu eski mektep arkadaşını tanıdı. Senelerin ilave ettiği şeylerden onu tecrit ederek (soyutlayarak) bu heyetin içinden o eski refik (arkadaş) simasını çıkardı.
O vakit ellerine sarıldı, ayakta görüştüler. Onun anlatacak bir şeyi yoktu:
“İşte böyle; ben buradayım, hep o eski hâl!” diyordu. Refikine de sormuyordu. Ne lüzumu var? İşte görmüyor muydu? Onun saadetinin yanında kendi hayatının hüsranı (yokluk acısı) daha ziyade meydana çıkmış gibiydi. Bu gençlik refikini tekrar görmekten memnunlukla beraber kalbinde gizli bir eza vardı ki onu görmemiş olmayı tercih ediyordu; ona ehemmiyetten arî (önemli olmayan) şeyler sordu.
Hep böyle, eski şeylerden, mektep hatıralarından bahsediyorlardı; fakat bahis ilerledikçe o artık daha çok sıkılıyor, bu musahabenin (sohbet) bir an evvel bitmesine intizar ediyordu. Bir aralık iyice sahile yanaşarak vapurun dalgaları rıhtıma püskürürken o, rüyasının Mai Yalısını tahattür etti; başını çevirdi, fakat bu kez gördüğü şey her zamankinden başka bir şeydi. İşte o rüyasının karısıyla çocuğu şimdi yeşillenen sarmaşıkların arasında, şehnişinin kenarına dayanmış bakıyorlardı. Şimşek halinde geçen bir vehimle, rüyasını tahakkuk etmiş zannetti; sonra birden kadına dönerek çocuğa bir şey söylediğini, çocuğun vapura bakarak elini salladığını gördü. Ve bu selam kendisineydi, evet, kendisine bakıyorlardı...
Sonra birden bu hülya ruyeti (görünüşü) içinde eski refikinin sesini işitti. O: “Buraya çıkıyorum, müsaadenizle; gene görüşürüz!” diyordu. O zaman hakikati anladı; kalbinde bir şey kırıldı. O; Mai Yalı’yı göstererek:” İşte burasını aldık!” diyordu.
Evet, fakat orasını almakla onun hayatının biricik ziyneti (süsü) olan riyayı almışlar, onu çalmışlardı.
Bu defa semaları yırtmak isteyen bir düdük feryadıyla, sanki rüyasının son nefesini verdi. Ve bundan sonra her vakit oradan geçerken, göğsünde bir şeyler kabararak, mavi yalıya bakmamak için başını çevirirdi.