Ahmet Rasim
Ramazan Sohbetleri
Konuşmalarına kulak verdiğimden değil, kendilerinin oruç hâliyle hızlı hızlı konuşmaları sebebiyle duydum. Az kıranta, kirli, ak sakallısı diyordu ki:
— Ben hâlâ geceleyin kuyu başına gidemem! Anladım. "Analarımızın kendilerinden başka bir de kuyulardan, hamamlardan çıkardıkları ana'lardan korkuyor! Hem yok sakaldan ak sakala gelmek üzere bulunduğu şu yaşta bile korkuyor."
Bu münasebetle kazasker merhumu hatırladım. Büyümüş, icazet almış, ilmî erkân arasına girmiş, Anadolu ve Rumeli payelerini almış, yalısında şeyhülislamlığı bekler, otururmuş. Bir gün harem bahçesine çıkmış. Can sıkıntısıyle gezinip dururken kuyu başına doğru gitmiş. Bileziği muayene ediyormuş. Hızlı hızlı cam vurulmuş, kafes kalkmış. Annesi haykırmağa başlamış.
— Hu!.. Oğlan!.. Çekil! Düşersin... ha!..
Biraz evvelki sosyal terbiyemize, aile derslerine ait olan bu türlü dolambaçlı, sahte, cahilane uyduruşları, sakınmaları evdeki masallar, bilmeceler, kırk yalan hikâyeleri büyütüldüğü gibi dışarıda da Karagözler, meddahlar, orta oyunları kıymetini artırırdı. Kanlı Kavak oyunundaki Ejderha'nın gelip hır hır öterek oğlu Muslu'yu kapıp götürdüğünü gören, bir daha oğlunu tenha sokaklardan geçirir mi?
Adamcağız ricâlden imiş mevki sahibiymiş. Selamlıkta kendisini ziyarete gelen eşitleriyle oturmuş, sohbet ederlermiş. Oda kapısı açılmış, küçük bey, eniştesinin bastonuna binmiş.
Deh!.. Çüş, diye içeriye girmiş. Dadısı da başında örtü, ardı sıra dalmış.
Düşeceksin, küçük Bey!..
İki el hop!.. diye tutacakmış gibi açık koşarmış. Efendi gülmüş:
Subhanallah, altı yaşına geldi, hâlâ... Hatta bazen namazda, secdeye vardım mı usulca gelir, enseme biner. Çar naçar namazı bozarım. Odada bir iki defa gezdirir, savarım. Galiba at meraklısı olacak, der demez, orda bulunanlardan birisi kendini tutamamış, demiş ki:
Nasıl olmaz? Şimdiden büyük babasına biniyor!..
İşte görülüyor ki kadını, erkeği, oğlu, kısacası şu birleşmiş ailenin üç parçası çağımızın gerektirdiği terbiye ve eğitimi bilmediklerinden sosyal kuruluşumuzda derin bir dalgalanma var. Gerçi zaman düzeltme ödevini yapmaktan geri kalmıyorsa da indirdiği darbeler altında hepimiz eziliyoruz.
Ben bile, "Bundan, kendimi üstün gördüğüm değil, kötü bir alışkanlığa tutkun olduğum anlaşılmalıdır." Kavuklu Hamdi merhumun kendisine özel konuşmasıyla orta oyunlarının esasını teşkil eden tekerlemelerini dinlemekten zevk duyarım. İyice bilirim ki söz anlamaya başladığımdan itibaren evde, sokakta, okulda, misafirlikte, kahvede, oyun yerlerinde yalan dinlemekle büyüdüm, yetiştim. Onun içindir ki tekerleme denilen kubbeli yalanlardan zevk almamak bence kabil (mümkün) olmaz.
Bir zamanlar kibarzadelerimizde yer alan yalancılığın nedeni neydi? Hep bu ve benzeri görenekler değil mi? Zavallılar haremde dadıdan, dayeden (sütnineden), halayık eskilerinden, sütnineden, kâhya hanımdan, kilerci ustasından, selamlıkta laladan, ibriktar, çubuktar, vekilharç, hatta ayvaz'dan yalan dinlemekten göz açılabilir miydi?
Dev hikâyeleri, şahmaran kıssaları, kesik baş, ummacı, cin, peri, cadı, hortlak, hayalet, evliya, şüheda gezinişleri, baba tutkası, uğrama, çeşme başı efsanesi, fal, sihir, kâğıt açma, iğneli sabun, içi kargacık burgacık dolu nüshalar, kara kedi, köpek uluması, duvar gölgeleri, puhu kuşu, baca içindeki yarasa, yılan gömleği, niyet kuyusu, kırk bir hekim macunu, örümcek gezdi, şerbetlilik, uçtu uçtu!.. Ay geliyor!.. bağcı baba, arap zebellahı, haramiler, "Hu hu dervişler, kırk furun ekmek yemişler, daha var mı demişler."le benzerleri hangi taze zihinde, yeni açılmış dimağda hakikatlere uzanma yeteneği verir. Çevredeki olayları dikkatli görmeye takat bırakır ki altın top diye kucaktan kucağa fırlatılan;
Dah!.. dah, der demez küçük kızın beline bindirilip saçları dizgin diye eline verilen, çırpındığı hâlde üç dört ağzın çabuk, çabuk:
Gel bana, gel bana, diye açılıp kapandığına hayretle bakarak iğri bacakları üzerinde sallanırken birinin kucağına düşer düşmez sulu susuz öpülmelere boğulan, "bum, güm, o..." sesleri, duvar vurmaları, dilenci seslenişleri, bekçi sopalarının dan danı ile uyutulan küçük bahtiyar, bu istidadı (yeteneği), bu takati (gücü) gösterebilsin?
Evet. Zaman bu ev hurafelerinden, dış kötülüklerden pek çoğunu sildi süpürdü mahvetti. Kesti, attı. Fakat yine geriye kalanlar var. İşte o kır sakallı adam:
Ben hâlâ... Geceleyin kuyu başına gidemem, diye söylenip duruyordu. Eminim ki çocuğunu da yollamaz. O büyür, pala bıyık olup soğusun diye kuyuya sarkıtılmış olan su destisini, kavun karpuz sepetini çekip alamaz, komşusunun su çekerken öten çıkrığından huylanır, gündüz bile belki çıkar vehmiyle etrafında dolaşamaz. Geceleyin muzibin biri ardından:
Kuyu geliyor, dese hâlâ ürperti geçiririm.
— Dün gece kahveden geliyordum. Önümde siyah bir şey belirdi. Ben yürüdükçe o büyüdü. Bilir misin? Hep duvar dibine doğru sokuluyordu. Döneyim dedim, kendime yediremedim, adımlarımı sıkılaştırdım. Evin kapısına dar düştüm, o da sıyrıldı gitti, diye gölgesinin verdiği kuruntuya can verenleri çok defa işitmişimdir.
İslam dininde kimin, neden korkulmak gerektiğini bildiren, büyük kişilerin söylediği açık ve kesin hakikatlar vardır. Okullarda, camilerimizde, özellikle evlerde çocuklarımıza, kaplaması ve yer etmesi mümkün olan bu türlü garip gelenekler ve acayip alışkanlıkların aleyhinde yürümeliyiz. Çağımızın terbiyesi bu türlü ruhi saldırışlardan uzak menkıbeler ve seçilmiş hikâyeler ile birleştirerek çocuklarımıza, hayat dersi ve yarın karşılaşacakları hayat ve geçim mücadelesi olmak üzere öğretmeliyiz.