Ziya Paşa
Göçgün, 2001: 327-335. Ziya Paşa 1868 tarihli “Şiir ve İnşa” makalesinde ‘Türklerin bir şiir ve nesri var mıdır, varsa bu nasıldır?’ şeklinde devri için çok önemli ve uyarıcı olan bir soru sorar. Makalenin devamında dildeki ve edebiyattaki bu olumsuz durumun Türklerin kendi dil ve edebiyatlarının üzerinde düşünmemeleri ve başka edebiyatlara özenerek taklit etmelerinden kaynaklandığını söyler. Ona göre çözüm tabii olana geri dönmektir.
Göçgün, 2001: 327-335.
Ziya Paşa 1868 tarihli “Şiir ve İnşa” makalesinde ‘Türklerin bir şiir ve nesri var mıdır, varsa bu nasıldır?’ şeklinde devri için çok önemli ve uyarıcı olan bir soru sorar. Makalenin devamında dildeki ve edebiyattaki bu olumsuz durumun Türklerin kendi dil ve edebiyatlarının üzerinde düşünmemeleri ve başka edebiyatlara özenerek taklit etmelerinden kaynaklandığını söyler. Ona göre çözüm tabii olana geri dönmektir.
Mademki bizim memleketimizde tahsilden, eğitim-öğretimden elde edilen sonuç, yalnız şiir ve inşâ, yani nazım ve nesir yönündedir; o hâlde bunlardan bir parça söz etmek, faydadan uzak değildir.
Şiirin genel olarak tarifi, “vezinli söz” dür. Yani, iki satır (mısra) sözün her birindeki “sükûn” ve “harekelerin” birbirine denk olmasından ibarettir. Hattâ kâfiye usulünün, sonradan ortaya çıkan milletler arasında kullanılması âdet olmuştur. Yani şiirde kâfiye, eskiden gelen bir usul değildir; yenidir. Nitekim eski Yunanlılar yalnız vezne uymuşlar, onu kullanmışlar; vezni göz önüne alarak, kâfiyeyi gerekli görmemişlerdir.
Şiir, her toplumda doğal bir sanattır. Yeryüzüne ne kadar millet, kavim, toplum gelmiş ise, hepsinin kendilerine ait özelliklerini gösteren şiirleri vardı. Osmanlılar’ın şiiri nedir? Necati, Bakî ve Nef’î divânlarında gördüğümüz “bahr-i remel”, “bahr-i hezec”, “mahbûn” ve “müctess” gibi aruz vezinleri; kasideler, gazeller, kıt’alar ve mesneviler midir? Yoksa, Hoca ve Itrî gibi musıkî üstadlarının besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır?
Hayır! Bunların hiç birisi Osmanlı (Türk) şiiri değildir. Çünki bu şiirlerde, Osmanlı şâirlerinin İran şâirlerini ve İran şairlerinin de Araplar’ı taklit etmeleriyle melez, karışık birşey yapılmıştır. Ve bu taklit, yalnız şiir üslûbuna değil, belki düşünce ve anlamlara da geçmiştir. Bizim eski şairler, gerek şiirde ve gerekse onun ifade edilişinde, ayrıca hayâllerde ve anlatılmak istenen şeylerde hem Arab’ı, hem de İranlı’yı mümkün olduğu kadar taklit etmeyi bir marifet saymışlar ve “acaba bizim milletimizin bir dili ve şiiri var mıdır ve bunu ıslah etmek, düzeltmek mümkün müdür?” Burasını asla dikkatle, iyice düşünmemişlerdir.
İnşâ, yani nesir yolunda da durum tamamen aynı şekildedir. Feridun Bey Münşeatı ve Veysî’nin, Nergîsî’nin eserleri ile diğer hatırı sayılır Münşeat (Nesir) kitapları ele alınsa, içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz! Ve bir maksadı anlatırken, bütün bedî’ ve beyân, yani estetik bilimi ve söz sanatları işin içine karıştırılıp, pürüzsüz kalem hüneri göstermek üzere öyle karmakarışık ve arka arkaya sıralanmış isim tamlamaları yazmışlardır ki; Kamus ve Ferheng gibi Arapça ve Farsça kelimeleri gösteren iki büyük Türkçe sözlük bulunmadıkça; bir adam, anlam bilimi olan gramerde, dilbilgisinde ve Arap edebiyatında derin bilgi sahibi olduktan sonra bile, sanki ders çalışır gibi çoğu zaman zihin yormadıkça, iyice üstünde düşünmedikçe, o nesir yazılarının anlamını çıkaramaz.
Hâlâ, Bâbıâlî’den, yani Hükümet’ten ve Devlet dairelerinden yazılan resmî yazılar, gerçi eskiden gelen bilgili kimseler derecesinde kâtipler, yazıcılar olmadığındanöncekiler kadar karışık, kapalı, anlaşılması güç değilse de; -bunlar da o babanı n nikâhsız çocuğu; piçi olduklarındanbu yeni kâtiplerin yazıları da, “seci” ve “rabt” gibi anlamı bilinmez ve şüpheli cümlelerle, ifadelerle doludur.
Eski nesirlerde Arapça kelimeler, sözler ve hayâlî cümleler var ise de, hiç olmazsa içinden iyi-kötü bir anlam çıkardı. Şimdi ise, devir nazikleşmiş, fikirler ve politika incelmiş olduğundan, bazı Padişah fermanlarında ve Sadrazamlık’dan yazılan resmî mektuplar ile diğer resmî makamlardan Hükûmet’e gönderilen yazılarda öyle cümleler, ifadeler görülüyor ki; sözlükler herkesin bildiği şeyler iken, yani herkes sözlük kullanmayı bildiği hâlde, -bütün bu yazılardan doğru anlamı çıkarmak mümkün olmuyor.
Garibi şurası ki, böyle anlaşılamayacak cümleler yazabilmek, ifadeler kullanabilmek; “hüsn-i kitâbet’den, yani güzel yazı yazma sanatından, başarılı kompozisyondan sayılıyor.
Gerçi şiir ve nesirin bu hâle gelmiş olması bu asrın (19. yüzyılın) işi değildir. Nitekim, İranlılar İslâmiyet’i kabul ettikten sonra, dinî ilimleri kavramak için Arapça’yı öğrenmeye başladıkları sırada, kendi şiir ve nesirlerinde de Arapça’yı taklid etmeye yöneldikleri gibi, biz de Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda İran’lı bilginleri kendimize çekmeye ihtiyaç duyduğumuzdan, onların eğitimi, etkisi üzerine kendi dilimizi bırakıp Farsça’yı taklid hatasına düşmüşüzdür. Bu bakımdan, Anadolu’da yetişen bilginlerin dil konusundaki ihmal ve kusurları, bağışlanmaz bir hatadır. Çünki, insanlar arasındaki karşılıklı olarak fikirleri bildirmeye yarayan vasıta-araç dildir.
Bir milletin dili, derli-toplu tesbit edilmiş kurallar halinde olmayıp da, her eline kalem alan kimsenin keyfine bağlı olur ve böylece normal durumundan çıkarsa, o milletin ferdleri, bireyleri arasında anlaşma aracı özelliği bozulmuş demek olur.
Hayret edilecek bir şey değil midir ki, bizde yazı bilmek başka; kâtip, yazıcı olmak yine başkadır.
Halbuki diğer dillerde yazı ve imlâ bilen kâtip, yazıcı olur. Gerçi her dilde edîb, edebiyatçı; yani iyi, güzel, doğru ifadeye sahip olmak hayli bilgiye bağlı ise de, maksadını kâğıt üzerinde ifade etmek, anlatmak için yazı yazmak yeterlidir. Bizde ise, yazı yazmayı öğrendikten sonra, birçok şeyleri daha bilmek gerekir:
Önce, Türkçe imlâ bilinmelidir. Halbuki, en güç şey budur. Çünki, vaktiyle Türkçe’ye ait bir sözlük hazırlanmamış ve Osmanlılar, diğer milletleri kendi idareleri altına aldıkça, onlarda gördükleri yeni şeylerin isimlerini alıp, az çok bozarak kullanmıştır. Her kâtip de kendine göre bir sözlük düzenlediğinden, yani kendi düşüncesine uygun düşecek şekilde yazdığından, imlâ öğrenecek bir kimse, işte her şeyden önce bunların hangisine uyacağına şaşar kalır.
Hele yirmi seneden beri, Babıâli’nin, yani Hükümetin önde gelen memurlarının her birinin, bir canlı sözlük olmak; dil bakımından herşeyi bildiğini sanmak hevesine düşmüş olmaları ve sonuçta, kelimelerdeki sesli harfleri yazıp yazmama konusunda tereddüde, kararsızlığa düşerek kimisinin, sesli harfleri kullanarak, meselâ (bildirir); kimisinin de sesli harfleri kullanmaksızın (bldrr) tarzında yazmaları, küçük kâtipleri şaşkına çevirmiştir.
İkinci olarak, Arapça ve Farsça imlâyı bilmek gerekir. Bu iki dilin imlâsını bilmek de, kurallarını öğrenmeye bağlı olduğundan, en az gramer ve sentaksı, yani dil bilgisini görmeden, doğru bir tamlama yazmak mümkün değildir.
Üçüncü olarak, bunlardan sonra, ayrıca bir de memurların çalıştıkları kalemlerin, yani devlet dairelerinin birinde birkaç yıl hizmet etmek, tecrübe sahibi olmak gerekir. Bu yapılmadıkça, (idügine)yi (olduğu)na bağlamanın yolu bilinemez ve bu incelik, Kemankeş Sırrî gibi kâtiplerin son dersi olduğundan, her ne zaman bu tecrübeyi kazanırsa, Bâbıâli’deki kâtiplerden birisi ve sanki -durmadan yazan bir yazı makinesi olur. (Kısacası, Ona göre; imlâ konusunda yeterli bilgi ve tecrübesi, deneyimi olmayan bir kâtibin, istenilen düzeyde doğru bir yazı kaleme alması mümkün değildir.)
Ne var ki, bu kadar zahmetlerin sonunda o bilgiyi, tecrübeyi kazanmış olan kimse, eğer zeki ve anlayışlı birisi ise, bu öğrendiklerinden hoşlanacağı yerde, üzülmelidir. Çünki, alışmış bulunduğu gramerdeki birleştirme metodları, kendini sınırlı bir çember içine sokmuştur. Böylece o, aklına birdenbire gelen anlamlardan yalnız becerisine, bilgi ve tecrübesine uyabilenleri yazıp, diğer çok nâzik ve alışılmışın dışında ince, anlaşılması güç şeyleri bırakmaya, feda etmeye mecbur kalacaktır. Mademki bu zincirle bağlıdır, kendisi gibi olanların derecesinden ileri gitmekten mahrum kalacak ve özürlü olacaktır.
Gerek şiirimizin ve gerekse nesrimizin geri kalmasının sebebi işte budur. O, yere batası yazı kurallarının kötülüklerinden dolayı; kitaplarda, basında hünerli, sanat yüklü eserlerini ortaya koyarak edebiyatta büyük bir değişikliğin doğmasına sebep olan kimseler; çoğu zaman (olmağla, bulunmağla, eclden, hasebiyle, mebnî; dolayı, derkâr, aşikâr) kısır çemberinde tek kalmayı içlerine sindiremedikleri için, yazdıkları ile kendilerine yaraşan hizmeti verememişlerdi. Âlî ve Müşfik gibi birçok değerli zekâ cevheri, lâyık oldukları saygıyı, itibarı görememişler ve neticede kimi cinnet getirmiş, deli olmuş; kimi de kendini içkiye vererek, hayatını boş yere telef etmiş, boşuna harcamıştır.
Vah bize, yazık bize! Bu duruma göre bizim milletimizde, normal şartlarda ne şiir ve ne de nesir var demektir.
Hayır! Bizim normal olan şiir ve nesrimiz, İstanbul dışında oturan halkımızla, İstanbul halkının arasında hâlâ yaşamaktadır. Bizim şiirimiz, şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri halk şarkıları ile İstanbul dışında ve (kısa saplı bir çeşit tambura olan) “çöğür” şairleri arasında “deyiş, üçleme ve kayabaşı” diye isimlendirilen manzumelerdir. (Ziya Paşa, burada asıl şiirimizin Halk Şiiri olduğu tezini ısrarla savunmaktadır.)
Bizim tabiî, normal nesrimiz; (Mütercim Âsım Efendi’nin üç cildlik büyük Arapça-Türkçe Sözlük kitabı olan) Mütercim-i Kâmus’un kabul edip, kullandığı ifade tarzıdır; sâde ve akıcı dildir. Gerçi bu şiir ve nesir, yani usulüne uygun tarzda kaleme alınmış yazı şekilleri; ifade, anlatım bakımından istenilen düzeyde düzgün ve parlak görünmez ise de, milletimizin ilerlediği sırada bunlara değer verilmediğinden oldukları gibi kalmışlar, büyümemişler, gelişememişlerdir. (Eğer vaktiyle, Mütercim Âsım Efendi’nin yaptığı gibi, Türkçe’ye gereken önem ve değer verilseydi; dilimizin gelişip, yükselmesi daha çabuk ve kolay olurdu.) Hele bir kere o yöne değer verilsin, dönülsün; az zaman içinde ne şâirler, ne yazarlar yetişecektir ki, bu durum akıllara hayret verir.
Kısacası tabiî, normal şiir; şâirin biraz düşündükten sonra kalemini eline alıp, içinden geldiği şekilde kırk elli beyit yazabilmesidir. Millî yazı yazma usulü; eli kalem tutan herkesin, aklından geçenleri iyi kötü kâğıda dökebilmesi, yazılı olarak ifade edebilmesidir.
Şimdiki şiir ve nesrimizde ise; anlamların düzenlenmesi ile birlikte, bir de kelimelerin, sözlerin nasıl oluşacağı, düzenleneceği derdi zihni meşgul ettiği için; şiirde de, nesirde de insanın içine doğduğu, içinden geldiği gibi söylemek, yazmak mümkün değildir.
Her milletin şâirleri ve hattâ bizim çöğür şâirlerimiz, herhangi bir konuda fazla düşünmeden, birdenbire birçok şiir söylerler. Biz ise, beş beyitlik bir gazeli dokuz ayda –çocuk doğurur gibi –güçlükle söyleriz! Diğer milletlerde büyük kimseler, bilginler ve hattâ çeşitli bilgileri derleyip, kitap hazırlayanlar bizzat ellerine kalem alıp mektup ve eser yazmazlar. Belki, yanlarındaki kâtiplerine söyleyip, yazdırırlar. Nitekim, bizde de köy ağaları, imamlara söyleyip yazdırırlar. Bütün bunlardan dolayı, onlardaki gerek haberleşme ve gerekse yazışma süratli ve kolay olur.
Ama biz -aydınlar- bir mektup yazdığımızda, bir iki kere müsvedde, karalama hazırlayıp temize çekmedikçe; istediğimiz gibi olamadığından, hem haberleşmelerimizde yavaşlık ve ağırlık, hem de ifadelerimizde, sözlerimizde eksiklik ve anlaşılmazlık bulunur.
Bu fenalığı, kötü durumu ortadan kaldırmak için tabiata uymalıdır. (Eski şiir ve nesri bırakıp, tamamiyle Halk Edebiyatı’na), yani normal, içinden geldiği gibi söyleyişe, yazmaya yönelmelidir.)