Terry Eagleton
Kaynak: Terry Eagleton. Kültür Yorumları. (Çev: Ö. Çelik), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005, s. 36-38.
...Modern kültür kavramımızı, büyük ölçüde, milliyetçilik ve sömürgeciliğe ve bununla beraber emperyal gücün hizmetinde büyüyen antropolojiye borçluyuz. Hemen hemen aynı tarihsel noktada, Batı’da “kitle” kültürünün ortaya çıkması kavrama ekstra bir aciliyet kazandırmıştır. Yalnızca etnik farklılığı nedeniyle siyasi haklara sahip farklı bir etnik kültür düşüncesi, ilk kez Herder ve Fichte gibi romantik milliyetçilerle ortaya çıkar ve kültür, örneğin sınıf mücadelesi, vatandaşlık hakları ya da açlık yardımı olmadığı sürece milliyetçilik için yaşamsal önem taşır. Bir bakış açısına göre, ilkel bağları modern bileşimlere uyarlayan milliyetçiliktir. Modern öncesi ulusun modern ulus-devlete geçit vermesiyle, geleneksel rollerin yapısı toplumu bir arada tutamaz hale gelir ve ortak dil, eğitim sistemi, ortak değerler vb. anlamında kültür toplumsal birlik ilkesi olarak işin içine girer. Başka bir deyişle, kültür siyasi olarak dikkate alınması gereken bir güç haline geldiğinde, düşünsel olarak da dikkat çekmeye başlar.
XIX. yüzyıl kolonyalizminin açınlanmasıyla eşsiz bir yaşam tarzı olarak kültürün antropolojik anlamı da ilk kez ilgi görmeye başlar. Tartışmaya konu olan yaşam tarzı da genellikle “uygarlaşmamış” olanıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, terbiye olarak kültür barbarlığın zıddıyken, yaşam tarzı olarak kültür özdeşi olabilir. Herder, Geoffrey Hartman’a göre, kültür kelimesini modern anlamda kültür özdeşliği, her tarafa yayılması ve insanın köklü ya da evinde gibi hissetmesine yol açmasıyla karakterize edilen sosyal, popülist ve gelenekçi bir yaşam tarzı” olarak ilk kez kullanan kişidir. Kısaca kültür, diğer insanlardır. Fredric Jameson’ın da savunduğu gibi, kültür daima “bir Öteki düşüncesidir (bunu kendi kendim için bile farz edebilirim)”. Viktorya dönemi insanlarının kendilerini bir “kültür” olarak düşünmüş olmalarının pek de geçerliliği yoktur; bu, kendilerini bir çevre olarak gördükleri anlamına gelmese de, kültürü, pek çok benzeri arasından tek olası yaşam formu olarak gördükleri anlamına gelir. Birilerinin yaşadığı dünyayı kültür olarak tanımlamak onu göreceleştirme riskini de beraberinde getirir. Kendi yaşam tarzı insana basitçe insani gelir; etnik, kendine has, sıra dışı olan diğer insanlarınkidir. Benzer bir şekilde, kendi görüşleri mantıklı diğerlerininkiyse aşırıdır. Antropoloji bilimi Batı’nın diğer toplumları meşru inceleme nesnelerine dönüştürmeye başladığı bir zamana işaret ediyorsa, siyasi krizin gerçek göstergesi bunu kendine de yapma ihtiyacı hissettiğinde ortaya çıkar. Çünkü yabanlar, vahşi tutkularına göre hareket eden, gizemli, kısmen anlaşılır yaratıklar, Batı toplumunda da vardır ve bunların da itaatkârlık anlayışının nesnesi olmaları gerekecektir. Sosyolojinin kendi kendinin bilincinde “bilimsel” ilk okulu olan pozitivizm, sanayi toplumunun kaçınılmaz bir şekilde giderek daha fazla şirketleşmesinin ve zapt edilemez proletaryanın dalgaları harekete geçiren güçler kadar karşı durulamaz olduğunu anlaması gerektiğini evrimsel bir yasa olarak gözler önüne serer. Daha sonra, ‘yabanlar’ı “gelişme aşamasındaki bir emperyalizmin var ettiği gibi büyük bir algısal yanılsamayla” kurulan komplo, antropolojinin görevinin bir parçası haline gelecek; “yabanları kavramsal açıdan altinsan ötekiliklerine hapsederek toplumsal oluşumlarını aksatacak ve fiziksel olarak tasfiye edecektir.
Romantik kültür yorumu zamanla “bilimsel” olana doğru evrildi. Yine de, aralarında temel benzerlikler vardı. İlkinin “halk”ı, kendi toplumunun derinliklerinde yatan başlıca alt kültürleri idealleştirmesi, topraklarında değil de yurtdışında yaşayan ilkel tiplere kolaylıkla aktarılabilir. Hem halk hem de ilkeller, geçmişin günümüzdeki kalıntıları, sanki günümüzde meydana gelen zaman kırılmalarıyla birdenbire ortaya çıkıvermiş garip arkaik varlıklardır. Romantik organizmacılık antropolojik işlevsellik biçiminde yeniden şekillendirilebilir; böyle “ilkel” kültürleri tutarlı ve çelişkisiz olarak görür. “Yaşam tarzının tamamı” deyişindeki “tamamı” kelimesi muğlak bir biçimde olgu ve gerçek arasında gidip gelir; hem dışında bulunduğumuz için bütününü kavrayabileceğiniz, hem de sizinkinden yoksun bir bütünlüğe sahip bir yaşam biçimi anlamına gelir. Bu yüzden kültür bilinemezci, atomcu yaşam biçiminizle ilgili yargılarda bulunur ama bunu çok uzaktan yapar.
Dahası, kültür düşüncesi, doğal gelişme eğilimine uzanan etimolojik kökenlerinden bu yana, her zaman bilinci merkezsizleştirme yollarından biri olmuştur. En dar anlamıyla insanlık tarihinin en güzel, en incelikli bilince sahip ürünü anlamına gelse de, geniş anlamı buna tamamen zıt bir noktaya işaret eder. Organik süreç ve gizli evrim gibi yansımaları olan kültür, toplumsal yaşamın bizim seçtiğimiz değil bizi seçen -âdet, akrabalı k, dil, ritüel, mitoloji gibi- nitelikleri anlamına gelen, sözde determinist bir kavramdır. Öyleyse, kültür düşüncesinin sıradan toplumsal yaşamın hem astı hem de üstü olması, hem onunla kıyaslanmayacak kadar bilinçli hem de ondan çok daha az tahminlenebilir olması ironiktir. Buna karşın “uygarlık”, kentleri bataklıklardan kurtaran ve gökyüzüne katedraller yükselten kolektif bir tasarı olarak, toplumsal yaşamın temsilcisi olduğu ve onun bilincinde olduğu hissi yaratır.