Bedri Rahmi Eyüboğlu
6 Eylül
...
Selimiye’ye Dair
Edirne, İstanbul’a çok benziyor. Yalnız, dümdüz bir İstanbul. Bu dümdüz şehre bir tepe lazım geldiğini ilk defa anlayan Sinan olmuş ve şehrin ortasına Selimiye’yi bir dağ parçası gibi dikmiş. Selimiye, şehri yakasından tutup bir parça göklere kaldırmasa Edirne’yi kuşatan söğüt çemberi, bu payitahtı inkâr edecek... Fakat, ne yalan söyleyeyim, ben Sinan’ın şaheserini Edirne’ye yakıştıramadım. Bir de burada o kadar yalnız kalıyor ki! Onu saran evlerin hemen hemen hepsi, sırf mimarinin heybetini işaret etmek için çizilen sıska bir ağaç veya insan resmi kadar cüce kalıyor. Burada sıkılıyor. Onu İstanbul’da görmek isterdim. Sinan burada fakat arşın orada! Bu tepe ancak İstanbul’un ufuklarında layık olduğu aksi sedayı bulacaktır.
9 Eylül
Günlerdir Selimiye’nin etrafında dönüyorum. Edirne’ye kadar gittikten sonra Selimiye’nin bir resmini yapmadan dönmek garip olacaktı. Nihayet bir sabah dört beş ağaç arasından onu yakalıyorum. Müthiş bir tereddüt devresinden sonra çalışmaya başlıyorum. Sinan’ın mimarisinden ödüm kopuyor. Selimiye bir aslan heybetiyle önde kurulmuş. Her fırça darbesinde onun homurdandığını duyuyorum. Bu dövüş tam altı saat kadar devam ediyor. Göklere sığmayan bir mimariyi dört beş saat içinde avuç içi kadar bir muşambaya yerleştiremeyeceğime evvelden hüküm verdiğim için, saatlerce uğraştığım resmi tertemiz kazıyorum. Sinan’dan ödüm kopuyor. Onun eseri önünde aylarca bağdaş kurup oturmak lazım.
11 Eylül
Bugün sabahın yedisinden akşam sekizine kadar eski bir sokak başında çalışıyorum. Birkaç kerpiç ev arasından kambur telefon direklerine dayanarak uzaklaşan eski bir çatı... Ben sehpamı yerleştirmeye çalışırken yanı başımdaki evden, otuz otuz beş yaşlarında bir adam çıktı. İşine gitmeden önce birkaç dakika yaptığım işle alakadar oldu ve uzaklaştı. Öğleye doğru aynı adamı gördüm. Herhâlde evine yemeğe gelmiş olacak. Benim başıma bir sürü çocuk üşüşmüş, seyrediyorlardı. Yanı başımdaki evde oturan adam yemeği yedikten sonra, işine gitmeden önce, tekrar yaptığım resme birkaç dakika baktı ve uzaklaştı. Saat altıya doğru aynı adam işinden döndü. Evine girmeden önce gelip yanı başımda durdu. Bir yaptığım resme, bir de karşısındaki sokağa bakıyor ve beni rahatsız edecek kadar sehpama sokulan çocukları uzaklaştırıyordu. Ben, artık kutuyu kapamış, bir köşede yaptığım resme bakıyordum. Bir saatten beri benimle beraber karşıki sokağa bakan adam, yanındakilerden birine,
“Bre Ahmet” diyordu, “On seneden beri bu evde oturuyorum. Dünya gözüyle bir defa bile şu sokağa bakmamıştım. Meğer bizim sokak ne güzelmiş!”
Bu adam alay etmiyordu Yukule-le. Hakikaten ben sehpamı toplamış giderken o sigarasını tellendirmiş hâlâ sokağa bakıyor ve “Ne tuhaf!.. Ne tuhaf!..” der gibi başını sallıyordu.
Şu muhakkak ki Yukule-le, resmini yaptığımız bütün mevzulara seyirci de bizimle beraber birkaç saat bakmış olsaydı resim dünyası cennete dönerdi.
Yukule-le ve Sabah
Ben sabahlarımı Çinli dostum Yukule-le’ye borçluyumdur.
Onunla bir sene üniversiteliler mahallesinde, aynı pansiyonda oturduk. Odalarımızı, üzerinde mavi güller açan bir duvar ayırıyordu, gecelerimizi yüzer mumluk ampullerle gündüzlerimize katarak geç vakitlere kadar çalışıyor ve ertesi gün öğleye kadar uyuyorduk!
İyi bir ressam olabilmek için güneşten ve kuşlardan erken kalkmak lazım geldiğini bilmiyor değildik fakat ne yazık ki odalarımızın pencereleri tavanda açılmıştı. Birkaç defa erken uyanıp çalışalım dedik fakat aylardan haziranın ortasında en berrak bir günün arifesinde olduğumuz hâlde güneş ancak saat dokuzdan sonra, bu şaşı gözlü tavan pencerelerimizden içeri bir avuç ışık serpebiliyordu. Velhasıl pencerelerimizin tavanda oluşu yüzünden sabahlarımızı ve sabah kahvaltılarımızı bir kalemde hafsetmiştik (yok etmiştik).
(...)