Dirimtekin 1958: 124-125.
1718-1730 arasındaki on iki yıllık barış döneminde, III. Ahmet ve veziri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın gayretleriyle Kâğıthane merkez olmak üzere İstanbul’un her tarafında imar ve kültür faaliyetine girişilmiştir. Sadrazamın gayretleriyle, iki ay gibi kısa bir sürede Fransa’daki Fortainebleau Sarayı örnek alınarak Kâğıthane Deresi’nin yatağı genişletilir. İki tarafı mermer rıhtımlar içine alınarak derenin etrafında küçük kanallar, gölcükler, fıskıyeler ve çağlayanlar oluşturulur. Nehrin kenarlarına sütunlar dikilerek Kasr-ı Hümayun inşa edilir. Baruthaneye kadar, yolun kenarlarına saray erkânı için köşkler yapılarak, bunlara Kasr-ı Neşat, Çeşme-i Nur, Hurremabad, Cedvel-i Sim gibi isimler verilir.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin sefaretnamesinde uzun uzun anlatılan Paris’teki Versailles Sarayı ve bahçeleri örnek alınarak İstanbul havuzlu bahçeler, çeşmeler, kütüphaneler, eğlence ve gezinti yerleriyle süslenir. İsmi bizzat İbrahim Paşa tarafından konulan Sadabad, 31 Temmuz 1722’de III. Ahmet’in katıldığı muhteşem bir törenle açılır. Sadabad, bu tarihten itibaren devlet erkânı, şairler, musikişinaslar, rakkaseler ve zevk erbabının toplandıkları bir eğlence mekânı olur. İlkbaharla birlikte başlayan eğlenceler, geceleri helva sohbetleri ve “çerağ” (=mum) eğlenceleriyle sabahlara kadar devam eder. Padişah, ilkbaharı bu köşkte geçirerek, sık sık devlet büyüklerine, yabancı elçilere ziyafetler verir. Halkın da bu eğlencelerden yararlanabilmesi için kırda çadırlar kurulur. Devlet erkânı giyim kuşamda lüks ve israf yarışına girer. Batılı ressamlara portrelerini çizdirmek moda olur. Devlet erkânının evlerinde, alçak divanların yerini koltuklar ve iskemleler almaya başlar; pantolon gibi batı tarzı giyim yaygınlaşır.
Öteden beri Türkler arasında önem verilen bir çiçek olan ve döneme adını veren lale, bu devirde hastalık derecesine varan bir tutkuya dönüşür. Bazı farklı görüşler olmakla birlikte Orta Asya bozkırlarında doğduğu kabul edilen lale, oradan Türkler aracılığıyla İran ve Osmanlılara geçmiş ve XVI. asırda Türkler arasında oldukça yaygınlaşmış; bu yüzyılın ortalarından itibaren lale soğanları batılı tüccarlar tarafından gemilerle Avrupa’ya götürülmeye başlanmıştır. Flemenk tüccar Answer tarafından 1563’te Hollanda’ya götürülen lale, bu ülkede XVII. asırda akıllara durgunluk veren bir ilgi görmüş ve ülkenin en önemli ticaret malları arasına girmiş, lale soğanları aynı ağırlıktaki altından daha pahalıya satılmaya başlanmıştır (Dash 1999; Mackay 1989: 35-39). Lale, Osmanlılarda XVII. asırdan itibaren bizzat padişahlar tarafından ithal edilmeye başlamış, XVIII. asrın başlarında Hollanda’daki gibi bir çılgınlığa (tulipomanie) dönüşmüştür. Saray bahçeleri lalelerle doldurulmuş, yeni bir lale yetiştirenlere Meclis-i Şükûfe tarafından ödüller verilmiş, nadir bir lale soğanı yüzlerce altına kadar satılmaya başlanmıştır. Lale Devri’nin ihtişamı ve coşkusu batılı ressamların tuvallerine gerçekçi bir şekilde aks eder. Bunlardan XVII. asrın sonlarında Fransız elçisinin desteğiyle İstanbul’a yerleşen Jean B. Vanmour, III. Ahmet’in saray törenlerini, İstanbul’un çeşitli semtlerini, günlük hayattan kesitleri resmetmiştir. Onun Pera’daki atölyesi İstanbul’daki aydınların ve diplomatların uğrak yeri olmuştur (Altınay 1914; Vanmour 2003; Renda 2002: 103).
Lale Devri bilim, kültür ve sanat faaliyetleri bakımından da önemli gelişmelere sahne olmuştur. Bu alandaki yeniliklerin en önemlisi İbrahim Müteferrika (1727-1745) tarafından matbaanın kurulmasıdır. Bunun yanında, sadrazam İbrahim Paşa tarafından, Arapça ve Farsçadan çeviriler yapmak üzere bir tercüme heyeti oluşturularak dinî, tarihî eserlerin yanında felsefe ve astronomi ile ilgili eserler çevrilmiştir. Daha önce Osmanlılarda farklı dillerde basım görülmekle birlikte, Türkçe ilk kitap bu dönemde basılmıştır. Matbaada basılan ilk kitap Vankulu Lügati’dir. Müteferrika’nın ölümüne kadar dinî, tarihî-coğrafi eserlerle, sözlüklerden oluşan on yedi eser yayımlanmıştır. Binlerce hattatın isyanı, bazı dinî eserlerin çoğaltılması işi onlara verilerek bastırılmaya çalışılmıştır. Müteferrika’nın ölümünden sonra ise uzun yıllar hiç kitap yayımlanamamıştır. Bu olumlu gelişmelere karşılık, Lale Devri’ndeki israf ve lüks merakı, sadrazam ve ekibine karşı tepkileri körüklemiş ve bu dönem Patrona Halil isyanıyla kanlı bir şekilde sona ermiş, devrin sembolü hâline gelen Sadabad yerle bir edilmiştir. Bazı israf ve aşırılıklar bir kenara bırakıldığında, toplumdaki değişim arzusunun ulaştığı boyutu göstermesi bakımından oldukça önemli olan Lale Devri, Hasan Âli Yücel’in belirttiği gibi Karlofça’dan sonra ülkenin üzerine bir kâbus gibi çöken küsuf (=Güneş tutulması) döneminde, bir lalenin ömrü kadar geçen “fecr-i kâzip” gibi kalmıştır (1998: 220-221).
III. Ahmet’in, isyan karşısında tahtı bırakıp köşesine çekilmek zorunda kalmasından sonra yerine geçen I. Mahmut (1730-1754), isyancıların elebaşlarını temizledikten sonra, 1723’ten beri devam eden İran savaşlarının ikincisini başlatmış, bu savaşlar 1746 anlaşması ile her iki tarafın Kasrışirin Antlaşması’ndaki sınırlara dönmesiyle sonuçlanmıştır. Kuzeyde ve batıda da varlıklarını koruma mücadelesini devam ettiren Osmanlılar, Avusturya ve Rusları püskürterek Belgrad’ın geri alınmasıyla beklenmedik bir başarı elde etmişlerdir. Bu, Belgrad Antlaşması’ndan Rus Savaşı’na (1739-1768) kadar sürecek otuz yıllık uzun bir barış ve rehavet dönemini getirmiştir. Ruslar ve Avrupalıların kolaylıkla ittifak yapmaları, ilk kez bu kadar uzun bir süre savaştan uzak kalan Osmanlılara, kuvvetler dengesinde diplomasinin önemini kavratmıştır. I. Mahmut, barış yıllarında Lale Devri’ni hatırlatan boğaz sefaları ve imar faaliyetlerini devam ettirmiş, İstanbul’da ve diğer illerde kütüphaneler, Yalova’da bir kâğıt fabrikası kurmuştur. Batılı ülkeler karşısında alınan mağlubiyetler, ordunun Avrupai tarzda talim ve teçhizini zaruri kılmış; sonradan Humbaracıbaşı Ahmet Paşa adını alan Fransız C. Alexandre Comte de Bonneval’in yardımıyla, maaşlı, yeni bir Humbaracı Ocağı (Hendesehane) kurulmuştur (1734). Fakat bu ocak, yeniçerilerin baskısı üzerine bir süre sonra kapatılmıştır.
Osmanlılar bu asırda önemli doğal afetlerle karşılaşmıştır. İstanbul, birçok defa büyük yangınlara sahne olmuş; bilhassa 27-28 Eylül 1755’de çıkan büyük yangında sokakların darlığı sebebiyle Bab-ı Âlî tamamıyla yanmıştır. II. Osman’ın çare olarak yolları genişletme çabası halkın tepkisi özerine gerçekleşememiştir. 1755 yılındaki sert kış ise Haliç’i dondurmuş; 1754 ve 1766 yıllarında ise İstanbul büyük depremlerle sarsılmıştır. Asırlardır binlerce insanın ölümüne sebep olan veba salgını, bu asırda da karantina uygulamasının olmaması sebebiyle halk için kâbus olmaya devam etmiş; bir günde sadece Edirnekapı mezarlığına 999 kişinin defnedilmesi üzerine, insanlar çaresizlik içinde hastalıktan kurtulmak için camilerde dua etmeye koşuşmuştur.