Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir, Ocak 2013.
1 Kasım 1922’de TBMM kararıyla Osmanlı padişahlarının öteden beri ellerinde bulundurdukları saltanat ve halifelik makamları birbirinden ayrılmış ve saltanat kaldırılmıştı. Bu kararın ardından meclis, 18 Kasım 1922’de, Şehzade Abdülmecid Efendi’yi halife seçmişti. Abdülmecid Efendi’nin siyasi yetkilere sahip olmadan elinde bulundurduğu halifeliği 16 ay kadar sürdü ve 3 Mart 1924’te halifelik makamı da kaldırıldı.
1924 Şubatı’nın son haftasında Meclis’te yapılan 1924 yılı mali bütçe görüşmeleri sırasında halifelik konusu gündeme geldi. Halifeye ait ödenek ve giderler ele alınırken Yusuf Akçura “bu bütçedeki, halifeliğe ödenek veren bölüm, bizim esaslarımıza, cumhuriyetimizin temeline tamamen aykırıdır” dedi. Vasıf Çınar ise sözlerini çok daha açık bir biçimde söyledi: “Sultanlığı yıktık, fakat saltanatın timsali olan saray bütün ihtişam ve debdebesi ile duruyor ve yaşıyor. Yarın bizi yıkmak için hazır bekleyen bu müesseseyi, kendimiz, gene biz yaşatıyoruz. Zaten elinde cismani bir kuvveti bulunmayan, herhangi bir hücum seli karşısında sarayına kapılmaktan başka elinden bir şey gelmeyen halifenin, Türkiye Cumhuriyeti’nin aziz sinesinde bulunuşunun manası var mıdır?”
Çok geçmeden, 2 Mart 1924’te toplanan Halk Fırkası Meclis Grubu sorunu bu kez kendi içinde tartıştı. Halifelik kurumunun kaldırılması önerisi parti grubu içinde bazı tartışmalara yol açtı. Radikal fikirliler cumhuriyet rejimi içinde halifeliğin yeri olmadığını savunurlarken bazı milletvekilleri bu kurumun Türkiye için gerekli olduğunu ve böyle bir karar alınması hâlinde bunun İslam dünyasını üzüp İngiltere’yi sevindireceğini belirttiler.
Ertesi gün konu meclis gündemine getirildi. Hükûmetin konuyla ilgili görüşünü açıklayan Başbakan İsmet Paşa, halifeliğin, iç ve dış politika açısından Türkiye’ye hiçbir yararı olmadığını ve bu kurumun kaldırılmasıyla din hükümlerinin korunması ve tamamen yerine getirilmesinde bir eksiklik olmayacağını söyledi. İsmet Paşa, Kurtuluş Savaşı sırasında halifelik makamının Anadolu davasını desteklemediğini, aksine bütün nüfuzunu kullanarak bu davanın aleyhine hareket ettiğini de sözlerine ekledi.
Tartışmalardan sonra meclis, “Hilafetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair” 431 sayılı Yasa’yı kabul etti. Yasa’da halifeliğin hükûmet ve cumhuriyet kavramlarının özünde bulunduğu vurgulanıp halifelik makamının kaldırıldığı ve halifenin “hal” edildiği belirtildi. Halife Abdülmecid, bu Yasa’ya dayanılarak aynı günün gecesi yurt dışına çıkartıldı.
3 Mart görüşmeleri sırasında meclis konuyla ilgili iki kanun daha kabul etti. Bunlardan birincisi ile Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldırılıp yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Reisliği ile Vakıflar Umum Müdürlüğü örgütleri kuruldu. Kabul edilen ikinci yasa ise “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” idi. Ülkede eğitim ve öğretim birliğini sağlamak amacıyla çıkartılan bu yasayla bütün okullar Maarif Vekâletine bağ- landı. Maarif Vekâleti de kısa bir süre sonra bütün medreseleri kapattı. Önceleri Şeriye ve Evkaf Vekâletine bağlı olarak şer’i işlere bakan mahkemeler de 8 Nisan’da kaldırıldı ve bu tür davaları görme yetkisi Adliye Vekâletinin nizami mahkemelerine devredildi.
20 Nisan 1924’te de yeni anayasa kabul edildi. Anayasa’da, 1921 Anayasası’nda olduğu gibi egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu belirtilmiş (madde 3) ve egemenliği millet adına kullanma hakkı milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM’ye verilmiştir (madde 4). Yine, yasama organının üstünlüğüne dayanan bir sistem kurulmuş ve kuvvetler birliği ilkesinden hareket ederek yasamanın yanı sıra yürütme gücü de TBMM’ye verilmiştir (Madde 5). Bununla birlikte yedinci maddede meclisin yürütme erkini kendi seçtiği cumhurbaşkanı ve onun atayacağı bir bakanlar kurulu eliyle kullanacağının belirtilmesi, yeni sistemde, 1921 Anayasası’ndaki katı güçler birliği ilkesinin belli ölçüde yumuşatıldığının göstergesidir. TBMM’nin sahip olduğu yürütme yetkisinin kullanımını cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruluna bırakan Anayasa’ya göre yasama yetkisini meclisin bizzat kullanması gerekmektedir ve bu yetkinin herhangi bir şekilde başka bir organa devri söz konusu değildir ve meclisin hükûmeti her zaman denetleyip düşürme yetkisi vardır (madde 6 ve 7). Yürütme yetkisinin kullanımında, cumhurbaşkanına siyasal açıdan sorumsuzluk tanınması, ona karşı imza yetkisi verilmesi ve hükûmetin kuruluşu yöntemi ve ortaklaşa sorumluluğu açısından parlamenter esasların benimsenmesi bir ölçüde güçler ayrılığına doğru atılmış adımlar sayılabilir (madde 39, 41, 44 ve 46). Bu açıdan bakıldığında 1924 Anayasası’nın öngördüğü sistem, güçler birliği ile güçler ayrılığı arasında bir karma sistem olarak nitelendirilebilir.
Anayasa’da yargı yetkisi, bunu millet adına ve kanuna göre kullanacak olan bağımsız mahkemelere verilmiş ve hâkimlerin görevlerinde bağımsız olacakları ilkesi benimsenmiştir (madde 8 ve 54). Ama Anayasa’da, yargı bağımsızlığının en önemli göstergelerinden biri olan hâkim güvencesi tam değildir. Örneğin 55. maddede hâkimlerin kanunda gösterilen usul ve hâllerde azledilebilecekleri, 56. maddede de hâkimlerin hukuki statü ve özlük haklarının kanunla düzeltilebileceği belirtilmektedir. Bu durum, hükûmetin, siyasi mülahazalarla ve çoğunluğunu elinde bulundurduğu yasama organı kanalıyla yargıya müdahale edebilmesinin önünü açmıştır.
Anayasa’nın 68 ile 88. maddeleri arasında temel hak ve özgürlükler, tam bir liberal anlayışla sayılmıştır. “Türklerin kamu hakları” başlığını taşıyan bu bölümde kişi dokunulmazlığı, can ve ırz dokunulmazlığı, mal dokunulmazlığı, kanun önünde eşitlik, keyfi yakalama ve tutuklama yasağı, işkence, angarya ve eziyet yasağı, konut dokunulmazlığı, yazışmaların dokunulmazlığı ile kişi, vicdan, din, basın, düşünce, söz, yayın, seyahat, sözleşme, çalışma, mülk edinme, toplanma, dernek kurma, şirket kurma, eğitim, mahkemelerde hak arama özgürlükleri birer birer sayılmıştır.