Türkiye'nin Fransa ve İngiltere'ye yakınlaşmasının nedenleri nelerdir?
Genç Türkiye'nin yöneticileri, Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'na sürüklenerek nasıl ortadan kalktığını, Türk Ulusu'nun nasıl yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını unutmamışlardı. Bu nedenle, ülkeyi yeni bir savaşın dışında tutmaya çalışmışlardır. Ancak, Almanya'nın 1930'lu yıllarda komşularına saldırması, İtalya'nın 7 Nisan 1939'da Arnavutluk'u işgal etmeye başlaması karşısında tedirgin olmuşlardır. Bunun üzerine Türkiye, İngiltere ve Fransa'ya yakınlaşmıştır. Nitekim, 12 Mayıs 1939'da Türkiye ve İngiltere arasında, Türk-İngiliz Yardım Deklarasyonu, 23 Haziran 1939'da da benzer bir antlaşma Türkiye ve Fransa arasında imzalanmıştır. Türkiye, bu antlaşmaları Alman nazizmine ve İtalyan faşizmine karşı yapmasından dolayı, Sovyetler Birliği'nin bir zorluk çıkarmıyacağını düşünmüştür. Fakat, 23 Ağustos 1939'da Almanya-Sovyetler Birliği Dostluk Antlaşması'nın yapılması ve Polonya'nın Almanya tarafından işgal edilmesi, Türkiye'yi bir tehdit altında bırakmıştı. Hatta, Sovyetler Birliği'nin Karadeniz'e kıyısı bulunmayan devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçirilmemesini ve boğazlarda Sovyet askeri bulundurmak istediğini Türkiye'ye bildirmesi tehlikenin boyutlarını arttırmıştır. Türkiye, bu gelişmeler üzerine İngiltere ve Fransa ile eski antlaşmalarını açık bir ittifaka dönüştürmeye çalışmıştır. 19 Ekim 1939'da Türkiye, İngiltere ve Fransa, Ankara'da karşılıklı yardım antlaşması imzalamıştır. Buna göre;
• Bir Avrupa devletinin Türkiye'ye saldırması ve savaş çıkması halinde Fransa ve İngiltere'nin Türkiye'ye yardım etmesi,
• İngiltere ve Fransa bir Avrupa devletinin saldırısına uğrarsa, Türkiye'nin bu iki devlet yararına tarafsızlık politikası izlemesi,
• Bu antlaşmanın uygulanması sonucunda tarafların savaşa girmesi halinde, mütarekenin ve barışın birlikte imza edilmesi gibi.
Türkiye bu antlaşma ile, Sovyetler Birliği'nden tamamıyla ayrılmış ve Batılı devletlere yakınlaşmıştır. Türkiye, savaşın tüm dünyada genişlediği bir dönemde, 18 Haziran 1941'de Almanya ile on yıl süreli bir dostluk antlaşması yaparak manevra yapma alanını genişletmiştir. Fakat, bu tarihlerde Almanya'nın Sovyetler Birliği'ne saldırması dengeleri alt-üst etmiştir. Bu kez de Sovyetler Birliği, Türkiye'nin savaşa girmesini istemiştir. Nitekim, 30-31 Ocak 1943'te Churchill ve İsmet İnönü, Adana'da buluşarak Türkiye'nin savaşa girip girmeme konusunu tartışmışlardır. Adana Konferansı da denilen bu buluşmada, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türkiye'nin savaşa girecek silah ve malzemeye sahip olmadığını ve İngiltere'nin bu donatımı tamamlaması halinde savaşa gireceğini ileri sürmüştür. Savaş devam ettikçe Müttefik Devletlerin Türkiye'yi savaşa sokma konusundaki ısrarlarını arttırmışlardır. Nitekim, İsmet İnönü, Roosevelt ve Churchill, 4-6 Aralık 1943'te İkinci Kahire Konferansı'nda biraraya gelerek, Türkiye'yi savaşa sokma konusunu tartışmışlardır. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Türk Ordusunun donatımının tamamlanması halinde 1945 yılının Şubat ayında savaşa girileceğini belirtmiştir. Türkiye, savaşın Almanya'nın aleyhine gelişmeye başladığı dönemde 2 Ağustos 1944'te Almanya ile siyasal ilişkilerini kesmiştir. 23 Şubat 1945'te de Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Türkiye, bu tutumuyla da Birleşmiş Milletlerin kurucu üyeleri arasında yer almıştır. Kısaca, Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'nda tarafsız bir politika izlemiş, fakat bu politikasını denge esasları üzerine oturtmuştu.
5. 2 Seferberliğin bedeli
A. Gerileyen ekonomi
Savaş sırasında Türkiye, savaştan önce girişmiş olduğu iktisadi büyüme hamlesini sürdüremedi. Savaş boyunca dış ticaret fazlası dolayısıyla ülkenin altın ve döviz rezervleri önemli miktarda arttı. Ancak bu artışın ülke ekonomisine önemli ve kalıcı bir katkısı olmadı. Bunun bir nedeni, demiryolu yapımı veya yeni sanayi işletmeleri gibi yatırımlar için gereken ithalatın savaş yüzünden yapılamamasıydı. Böylece, İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı uygulanamadığı gibi, daha önce kurulmuş sanayi de, gene ithalat yapılamadğı için, geriledi. Savaş bittiğinde Türkiye ekonomisi, 1934’te bulunduğu gelişme düzeyinin altına düşmüştü.
B. Tarımda küçülme
Ülke ekonomisinin gerilemesinde tarımın rolü de büyüktür. Hattâ oransal olarak savaş döneminin en önemli gerilemesi tarımda görülür. Bunun başlıca iki nedeni vardır. Birinci neden, savaş boyunca bir milyon civarında kişinin silâh altında olmasıdır. Nüfusunun % 80’inden fazlası kırsal kesimde yaşayan ve tarım üretiminin hâlâ ilkel tekniklerle sürdürüldüğü bir ülkede bu durum, daha çok el emeğine dayanan tarım üretiminin düşmesi demek oluyordu. Nitekim üretim düşmekle kalmadı, ekilen toprakların da önemli bir bölümü âtıl kaldı. Savaşın başlangıcından sona erdiği yıla kadar Türkiye’nin buğday üretimi neredeyse yarı yarıya düştü.
Tarımsal üretimdeki düşüşün ikinci bir nedeni de, yönetimin uyguladığı satın alma politikasıdır. Savaş başladığında özel herhangi bir önleme başvurmayan Türkiye, 1940 yılının başlarında çıkarılan Millî Korunma Kanunu’na dayanarak üreticileri tedirgin eden bir dizi uygulamaya girişti. Tahıl ürününün, yerinde tüketim ve tohumluk için yeterli miktar ayırıldıktan sonra kalanının Toprak Mahsulleri Ofisi’ne satılması zorunluluğu getirildi. Satışlar hükümetin belirlediği ve zamanla piyasa fiyatlarının çok altında kalan fiyatlardan olacaktı. Bu karar küçük toprak sahiplerini çok zor bir duruma düşürdü, çünkü herşeyin fiyatının arttığı bir ortamda, fiyatı sabit kalan ve miktarı da zaten düşük olan ürünleriyle geçinemez oldular. Bunların hepsi, iş bulmak için kentlere göç ederken tarlalarını zengin komşularına satmıyorlar, böylece ekilen alanın küçülmesine katkıda bulunuyorlardı.
Savaş sırasında Türkiye köylülüğünün çektiği ekonomik sıkıntının bir başka göstergesi de, nüfus artış hızındaki gözle görülür yavaşlamadır.
C. Yatırımların yeni çehresi
Olanaksızlıklar nedeniyle doğrudan doğruya ekonomi alanında yapılamayan devlet harcamalarının bir bölümü, savaş sırasında insan faktörünün geliştirilmesine ayırıldı. Örneğin, 1939-1945 döneminde eğitime yapılan yatırımlar, aynı alanda Cumhuriyet’in ilânından savaşın çıktığı yıla kadar yapılmış olan toplam yatırımdan daha fazla oldu.
Toplumsal sorunlar
Darlık yıllarında...
Hükümetin 1941 başından itibaren uyguladığı satın alma politikası nedeniyle iki sorun çıktı ortaya: Büyük kentlerin iaşesi ve karaborsa. Tahıl ürününün düşük fiyatlar nedeniyle hükümete teslim edilmeyip el altından satılması, önce ordusunu sonra da memurlarını beslemeyi düşünen iktidarın belediyelere yeterince un verememesi gibi bir sonuç yarattı. Böylece 1942 yılında büyük kentlerde karne uygulamasına geçildi. Bu uygulamayla birlikte hükümet, daha küçük yerleşim birimlerinde oturabilme imkânı olanları propaganda yoluyla yer değiştirmeye teşvik etti. Un darlığı nedeniyle, kentlerde ayrıca pasta, poğaça, kurabiye ve her çeşit börek gibi yaygın yiyecekler de vitrinlerde görünmez oldu.
Vergi yükü
İkinci Dünya Savaşı dönemi, Türkiye’de ayrıca bir vergi adaletsizliği dönemidir. Zaten geçim sıkıntısı çeken halk, gönderdiği mektup için bile dolaylı vergi veriyordu. Ama biri tarım sektörünü, diğeri de sanayi ve ticaret sektörünü ilgilendiren iki yeni vergi, savaş sırasında Türkiye halkının büyük bir bölümünün CHP iktidarından soğumasına neden oldu.
Savaşa girme olasılığı nedeniyle rezervlerini kullanmamaya gayret eden iktidar, enflasyon istemediği için de para basmıyordu. Nakit para gereksinimini karşılamak için iç borçlanmaya gidildi, ama 1941 yılı haziranında çıkartılan tasarruf bonoları yeterli olmadı. Bunun üzerine, biraz da fırsatçılığı cezalandırmak için, 1942 kasımında Varlık Vergisi Kanunu çıkarıldı. Gerek tahakkuk ettirilen miktarların tespit biçimi gerekse itiraz hakkı tanınmaması nedeniyle, Varlık Vergisi tümüyle hukuk dışı bir vergiydi. Ayrıca bu uygulamanın, resmen azınlık olarak tanımlanmasalar da, tam anlamıyla ülke insanı muamelesi de görmeyen gayrimüslimlere, müslümanlara oranla daha ağır bir vergi yükü tahakkuk ettirildiği için, ciddî bir ayrımcılık boyutu vardı.