Ahmet Cevdet Paşa
Cevdet Tarihinin başlangıcı olan 1288 hicri senesi Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olup bundan sonra olayların rengi başkalaşmıştır.
Bir asrın olayları ise geçmiş asırların hazırlamış oldukları sebepler zincirinin sonuçları ve etkileri olduğundan yazılacak tarihi hadiselerin ne gibi sebeplerin eserleri olduğunun da bilinmesi lazımdır.
Bundan dolayı, asıl söylemek istediğimize başlamadan önce geçmiş devletlerin ve özellikle yüce Osmanlı Devleti’nin büyük olaylarını ve geçmişteki umumi durumunu ve Mısır ve Kırım gibi önemli memleketlerinin bilinen hadiseleri ile tarih okuyucularına gereken bazı önemli bilgileri aşağıda kısaca ve bölüm bölüm beyan etmek uygun görülmüştür.
Birinci Bölüm
Tarih İlminin Gerekliliğini ve Faydasını Anlatır
Tarih ilmi, insanların ferdlerini, geçmişteki olaylar ve iftihar edilecek işlerden ve ileri gelenler ve seçkin sınıfı lüzumlu sırlar ve gizemlerden haberdar eden, faydası bütün aleme ait ve yönelik olup herkes incelemeye yaradılıştan meyilli olduğundan mümtaz tabaka arasında kabul gören ve rağbet edilen çok faydalı bir bilimdir. Çünki insan, medeni yaradılışlı olduğundan, yani hayvanlar gibi tek başlarına yaşamadığından yer yer topluluklar kurarak birbirleriyle yardımlaşmaya ihtiyaç duyarlar. Bu insan topluluğunun birbirinden farklı dereceleri olup en aşağı mertebesi göçebe kabilelerin topluluğudur ki, beşerî zarurî ihtiyaçlarını tedarik ile hayat ağacının meyvesi olan üreme maksadına ulaşırlar. Ancak, şehirliliğin şekil ve görünümünün neticesi olan marifet ve meslek bilgilerinden ve insanlığa ait diğer mükemmel özelliklerden mahrum olurlar. Köylerde yaşayanlar büyük şehirler ahalisine nisbetle medeniyetin güzel sonuçlarından ve eserlerinden uzak sayıldıkları gibi, göçebe kabileler dahi köy ahalisine göre medeniyetten geri kalırlar.
Bahsedilen insan topluluklarının en yüce derecesi de medeniyet yani devlet ve saltanat mertebesidir ki, bir devletin koruyup gözetmesi sayesinde biri diğerine zulüm ve eziyetten, düşmanların ve yabancıların endişesinden kurtulmuş olarak bir tarafdan beşerî ihtiyaçlarını karşılamaya, bir tarafdan da insanlığın yüce meziyetlerini tamamlamaya uğraşırlar. Şöyleki: Zararları uzaklaştırmak ve menfaatleri çekmek isteği insanın yaradılışında var olan bir özellik olup, bazan bir maksadda bir çok kimselerin emel ve arzuları birleşmiş ve çakışmış olduğundan kendi başlarına kalsalar birbirlerine zulmetmek istediklerinden; bazan da umumî faydalı bir işte bir topluluk ile diğer topluluk arasında tabiî olarak çekişmeler ve harbler meydana geldiğinden, herkes şahsî ve umumî hukuklarını hükumete emanet etmekle onun idare ve himmetine razı olarak insanlığın yüce meziyetlerini kazanabilmek için kendilerine boş alan bulurlar. Böyle bir millet, sınıf sınıf ayrılarak kimisi zıraat ve ticarette, kimisi de askerî ve mülkî işlerde hizmet ederler. İlmin ve sanayinin kuvvetiyle, yüz kişinin zarurî ihtiyaçlarını on kişi elde etmeğe, böylelikle uzun sürede ancak kazanılacak maddeler az vakit zarfında üretilmeye başlanıp o milletin vakitleri zarurî ihtiyaçların kazanılmasından fazla kalmaya başlar. Ve bu artan vakitler de insanlığın olgunluk hususiyetlerinin tamamlanmasına sarf edilerek, medeniyet ve barışın gerekleri günden güne o nisbette yükselir. Ancak o millette artık sadelik ve gösterişsizlik kalmayıp süs ve özenmeler artarak ihtiyaçlar çoğalır. Ve buna göre şahsî menfaatler ve ferdî istekler artar ve yükselir. Gittikçe o milletin idaresi güçleşerek, güzel idarenin vücud bulmasıyla devletin ilerlemesi ve milletin mutlu bir vaziyet kazanabilmesi, bilgi ve beceri sahiplerinin dikkat ve özen sarfetmesine bağlı olur. Böyle siyasî işlerde maharet ise ancak tecrübe ile elde edilip, her şekildeki tecrübeye ise bir adamın ömrü yeterli ve bir asrın tecrübesi kafî olmadığından es-sa’îd men et’aza bi-gayrihî – (Mutlu kişi başkasından ders ve ibret alandır) hadîs-i şerifi manasınca, her şeyi kendisinde tecrübeye kalkışmayarak diğerinden ibret ve nasihat alageldiklerinden devlet adamları ve ileri gelenler, tarih ilminden diğer kişiler gibi kendi ferdî durumlarınca istifade ettiklerinden başka devletin önemli işleri için de fayda ve çıkar sağlarlar. Bundan dolayı, vatan ve memleketini seven, devlet ve milletinin bekasını isteyen geçmişin marifet sahipleri, kendi asırlarının olaylarını ve haberlerini kaydetmekle sonrakilere yadigar bırakarak, istikbaldekilerin hayır dualarına mazhar olagelmişlerdir. Kaldı ki, mazi ve müstakbel durumlarını bilmeye, hatta ezel ve ebed sırlarından haberdar olmaya insanın yaradılışında bir meyl olduğundan umumiyetle insan nev’inin bu ilme manevî ihtiyacı olduğu âşikardır.
Lâ teşbe’u’l-’ayni min nazari, ve le’s-sem’u min haberi, ve le’l-ardu min matar (Göz bakmaya, kulak habere, yer de yağmura doymaz)
Devlet nizamının korunması tarih ilmiyle olup geçmiş usullerin zamana ve duruma tatbikinde ise çok faydaları meydanda olduğundan, bazı alimler tarih ilminin öğretilmesi ve öğrenilmesi vacip derecesindedir dediler.
Anlatılır ki, Abbasî halifelerinden Ka’im bi-emrillâh zamanında, Hayber ahalisinden ileri gelen birkaç yahudi, hılafet merkezi olan Bağdad’e gelip, cizyeden muaf olduklarını gösteren sened şeklinde bir kağıt parçası göstermişler. Kendi bozuk düşüncelerince Hazret-i Ali’nin hattıyla Peygamber Efendimiz tarafından kendilerine verilmiş ve onun kerem sahibi sahabelerinden birkaç kişinin de şahit olarak yazıldığı bu sened, Halife tarafından kabul edilerek cizyeden muafiyetlerine dair ferman çıkarılmak üzere iken, Reisü’r-rüesa olan Ebü’l-Kasım b. Mesleme şüphelenerek “adı geçen sened sahte bir şey olmasın, hele bir kere zamanımızın tarihçisi olan Hatîb-i Bağdadî’ye gösterilmesi münasip olur” diye Halife’ye ihtar etmiştir, Hatîb’e arz edildiğinde, tarih fennince senedin uydurma ve sahte olduğunu isbat etmiştir. Şöyle ki: “Adı geçen senedde yazılı olan şahitlerden Hazret-i Mu’âviye hicretin dokuzuncu senesi Mekke’nin fethi gününde islamın şerefiyle şereflenmişti. Hayber’in fethi ise hicretin yedinci yılında meydana gelmiştir. Bunun gibi, yazılmış olan şahidlerden birisi de Sa’d b. Mu’âz Hazretleri olup, adı geçen ise hicretin beşinci senesi Hendek gününde fena köprüsünden geçmekle (vefat etmekle) Hayber fethinde bulunmadı.” Demekle uydurma olduğu ortaya çıkarak yırtıldı. Bu şekilde adı geçen tarihçi Beytülmal’in kazancına sebep olmuştur.
İkinci Bölüm
Hükûmetlerin Tavırlarını ve Kısımlarını Anlatır
Bu dünya alemine bakılsa, günlük yenilenmelerden ibaret bir ibret kavgası olduğu görülür. Ve bu yenileşme manası bütün gözlerde ve işaretlerde bulunur. Bu kabilden olmak üzere, tek bir kişi, gerek vücutça gerek halce bir zaman yükselişte ve bir zaman inişte olduğu gibi, her devlet de bu tarz üzere bazan kuvvet bulur bazan zayıf ve gevşek hale gelir. Ve her devlet, ortaya çıkış zamanlarında sade ve basit olup her ne kadar günden güne kuvvetlenirse de, insan yaşlandıkça yiyecek içecekte ve ev ve elbisede ihtiyacı arttığı gibi devlet de eskidikçe özentileri artıra geldiğinden önceki sadeliği kalmayıp uğraşları ve masrafları ziyadeleşir ve olağan üstü bir olay artaya çıktığında ve mutad masraflarından fazla bir masraf açıldığında sıkıntıya düşer ve idare işinde de bir çeşit kusur baş gösterirse zayıflığın ve gevşekliğin pençesine yakalanır. Allâh’ın alemdeki kanunu böyledir.
Sözün kısası, hangi devlet olursa olsun, bir tavırdan başka bir tavra döndüğü cihetle her devirde bir özel halde bulunur. Ve her tavırda bir türlü davranmak ve her devrin tabiatine göre çare ve ilaç aramak gerekir. Şöyle ki: Her kişide, gelişme çağı, duraklama yaşı ve çöküş dönemi olduğu gibi her devlette de bu üç mertebe bulunur. Herkes sıhhati korumak hususunda yaşına göre davrandığı gibi, devlet dahi bir insan vücudu derecesinde olduğundan, her tavır ve mertebesinde uygun şekilde harekete dikkat etmesi gerekir. Çöküş durumu ise bazan hissolunmayacak derecede gizli olur. Ve bazan da, meydanda ve aşikar olup ilacı müşkil ve zor olur. Ve bazan bir devlette ziyadesiyle çöküş ve gevşeklik belirtileri ortaya çıkmışken bilgece tedbirler ile yenilenip tazelendiği de vardır. Fakat bu durumda, devletin tehlikesi fazla olup olağanüstü bazı dış sebepler de ortaya çıkarsa yenileşip kurtulması pek güç olur. Böyle olduğu var ise de, büyük olaylar ve büyük değişimlerle elde edilebilmiştir. Çok devletler de duraklama devrini tamamlayamadan kendi kusurlarıyla ya da bir kazanın ortaya çıkmasıyla perişan olup yıkılmışlardır.
Bilinsin ki, Hıristiyan devletlerin siyasi hükümleri âkıl adamların reylerinin bir araya gelmesiyle tertib olunmuş hükmî kanunlardan ibaret olduğu halde hükûmetleri iki kısma ayrılmıştır. Biri ruhânî, yani dînî hükumet, diğeri cismânî yani maddî hükumettir.
Ruhanî hükumet Katolik mezhebinde Papanın hükumetidir ki, bütün Katolik rahiplerinin amiri ve kiliselerinin başkanı olup, onun Hazret-i İsa’nın vekili olduğuna inanırlar. Ve bütün Katolik devletlerinin ülkelerinde onun ruhanî hükumeti caridir. Vaktiyle Avrupa içinde bu ruhanî hükumetin pek ziyede etkisi ve geçerliliği var idi. Ancak, hükümdarlar papaların elinden çok eziyet ve cefa çektiklerinden git gide papaların etkilerini kırdılar ve azalttılar. Rum, yani Ortodoks mezhebinde bulunan bütün hıristiyanlar, Papayı tanımayıp ruhanî hükumette İstanbul Patriğine bağlıdırlar. Ermenilerin ruhanî reislerine Katoğıkos denilir ki, üçtür: Birisi Gürcistan’da olan Açmiyazin; ve diğeri, Kozan’da olan Sis; ve üçüncüsü, Van tarafında olan Ahtamar kiliselerinin ruhanî reisleridir. Amma Protestanların böyle umumî bir reisleri yoktur.
Maddî hükumet de üç kısımdır: Mutlak hükumet, meşrûtî hükumet, cumhurî hükumettir. Mutlak hükumet, hükumetin dizginlerini bütün bütün eline almış olan bir hükümdarın hükumetidir. Rusya devleti gibi.
Meşrutî hükumet, millet meclisinin reyine uyan hükümdarın hükumeti olup bu da iki kısımdır:
Birinci kısım, meşruta-i umumî olup, bütün ahali eşitlik üzere bulunur. Almanya ve İtalya devletlerinden bazıları gibi ki, devlet adamlarından başka milletçe seçilmiş olan üyelerden meydana gelen bir millet meclisleri vardır.
İkinci kısım, meşruta-i hasbiyyedir ki, soylular, bayağı halktan türlü şekillerde seçkin ve itibarlı olurlar. İngiltere devleti gibi ki, bütün ahalisi soyluların elde ettikleri rütbe ve ayrıcalıklara ulaşamayıp, fakat her kazadan seçerek başkente gönderdikleri üyelerden meydana gelen millet vekilleri meclisi vardır ki, bir önemli iş onda konuşulduktan sonra soylular meclisinde kararlaştırılır. Bu meclisler daima açık olmayıp, belki senede üç-dört ay kadar açık bulunup Parlament diye isimlendirilir. Devletin vekilleri kral tarafından nasb olunan memurlar olup, devlet işlerini tartışarak krallarına imza ettirdikten sonra yürürlüğe koyarlar. Ancak her hususta parlament tarafından sorumlu olurlar.
Cumhuriyet hükûmetinin özel bir hükümdarı olmayıp, belki oy çokluğu ile biri seçilerek kral makamında olmak üzere geçici olarak millet reisi atanır. Amerika cumhuru gibi.
Fransa devleti önceleri mutlak hükumet iken milletin içinde karışıklık çıkarak daha sonraları cumhuriyet olmuşlardı. O zaman dünyayı zabtetmeye girişen Napolyon Bonaparte, imperatorluk rütbesini taşımakla mutlak hükumete dönmüş idi. Her ne kadar devletin şekli meşrutiyet hükumeti olsa da Bonaparte her istediğini yapmaya muktedir olduğundan aslında bir mutlak idare idi. Bonaparte’den sonra genel meşrutiyet hükûmeti olup Luyi Filip’in krallık günlerinde bu hal üzre gitti. Bin iki yüz altmış beş senesi arasında meydana gelen Fransa İhtilalinde yine cumhuriyet olup Luyi Napolyon’u dört senelik olmak üzere cumhurbaşkanı atadılar. Ancak halk arasında birlik olmayıp kimisi krallık tarafdarı, kimisi kurulmuş olan adi cumhuriyet tarafdarı oldular. Bir takımı dahi böyle adi cumhuriyete kanaat etmeyip azıttılar. Ve bütün bütün normal sınırların öte tarafına gittiler. Şöyle ki: Mülkiyet ve evlilik hukukunu inkar edip, herkes bütün her hususta eşitlik üzere olmalıdır demişler ve bir çok aşağılık kişinin da bunu kendi karakterlerine uygun görmeleriyle Fransa cumhuriyetini bu renge boyamaya giriştiler. Fransa’nın büyüklerinin ve âkıl adamlarının bundan gözü ürkmekle cumhuriyetten ve belki meşrutiyet hükûmetinin serbestliğinden yüz çevirip, Napolyon’u, henüz dört senelik cumhurbaşkanlığı sona ermeden önce imparatorluğunu tasdik etmekle mutlakıyet idaresine baş eğip itaat etmişlerdir. İşte bu Fransa ihtilalleri arasında Nemçe halkı da serbestlik sevdasına düşerek ve pek çok kanlar dökerek hükumetlerini meşrutî idareye çevirmek istediler ise de imparatorluk hükumeti galip gelerek yine mutlak idare altında kaldılar. Bunların her birinden birer çeşit fenalık doğabileceği düşünülmüş ve görülmüş olup, hele cumhuriyetin haddini tecavüz eden anılan fırkası, bütün bütün akıldan ve yaradılış kanunlarından uzak batıl bir fikirdir.
Amma İslamî hükumet, hılafet ve saltanatı bir araya toplamış olup, müslümanların imamı olan İslam padişahı, şeriatin koruyucusu ve saltanata can veren olduğundan, Allâh’a şükür bu çeşit ayrılık ve parçalanmalardan uzaktır. Ve her ne kadar aşağıda anlatılacağı şekilde, Abbasî Devleti’nin sonlarında İslam ülkelerinde meydana gelen büyük karışıklıklar sebebiyle halifelik ve sultanlık ayrılarak hilafet dinî bir başkanlık ve saltanat maddî başkanlık derecesine vardı ise de, sonraları yüce Osmanlı Devleti’nin ortaya çıkışıyla İslam milleti yenileşerek yine asıl şeklini buldu.