Subhi Mehmed Efendi
Elli senesi başlarında (hicrî 1150milâdî 1737 yılı ortaları) Karadeniz’de görevli olan Osmanlı Donanması ile Akkirman’a vardığımızda, Hotin tarafından gelen Murtaza Ağa’yı iki hizmetkarı ile yiğit ve bahadır Kırım Hanı tarafına ulaştırma görevi bana verildi. Kasım ayına otuz dört gün kala adı geçen yerden ayrılıp, uygun havada zikredilen tarafa doğru yelken açıp Akmescid’e vardık. Anılan Ağa zikrettiğimiz Han ile görüşüp gereken cevap ve kağıtları alarak döndükten sonra kendisinin yanına tayin ve arkadaş kılınan Hasan Gazi adında yedi hizmetçi sahibi bir Mirza ile tekrar kancabaşımıza binip, müsait bir rüzgarın da yardımı ile Akkirman’a yaklaşmaya başladık. Bu sırada birden bire Tecri’r-riyâha bimâ lâ-teştehi’s-süfün (Rüzgar bâzen gemicilerin hoşlanmadığı yönlerden de esebilir) (sözünü doğrularcasına) korkunç bir kasırga ve fırtına çıktı, gittikçe şiddetlenip ziyadeleşti. Derhal her yönümüzde ejdere benzeyen dalgalar ortaya çıktı ve ardı ardınca açılıp-kapanıp birbirleriyle çarpışmaya başladı. O laciverdî deryada Firavun’un güvercinleri gibi (dönüp duran) görünür görünmez nice girdab oluştu. O esnada, aydınlık gün ve gözümüz ecel kasırgasının korkusu ile kapkaranlık geceye benzedi. Öyle ki güya alemin güneşinin ışığı bir sulu burcta güneş tutulmasına uğramış da her taraf kopkoyu kararmış gibi. Uzayıp giden ku karanlık gecede ortaya çıkan her ses İsrafil’in sûrunun eşi gibi olmakla can yakıcı feryada dönüştü. Bu perişan halden canımızı sağ-salim kurtarabilmek için gemimizi hafifletmek gerekiyordu. Öncelikle topları sonra mevcut bütün ağır eşya ve yükleri ardından gemi içinde bulunan ve safra tabir edilen suyu dahi deryaya boşalttık. Altı kişi kendi rızalarıyla anbara girdiklerinden üzerlerine muşamma çekildi. Gereği gibi hafiflik hâsıl olmuş iken, yüce dağların zirvelerini andırır dalgaların birbirini müte‘âkip çarpışmaları yüzünden bir türlü dümeni kullanma ve gemiyi kurtarma imkânı kalmadı. Nihayet (dalgalar) anılan gemiyi aşıp-basdırdı. Lâkin içerideki safradan bile arındırılmış halde (olduğundan) ve anbâr dahi yazıldığı gibi muşamma‘ ile kapalı olduğu için zikredilen olay sırasında deryâya düşen iki neferden başka kaybımız olmadı. Diğerlerimiz gönlümüzdeki tüm iyi niyet ile gökyüzüne dönerek tevekkül ile Allah’ın sapasağlam ipine sımsıkı yapıştık ve yardımını istedik. Bu hâl üzere, üç gün üç gece gemimiz su kabağı misal, durmaksızın, kenarı-köşesi-dibi belirsiz deryâda, gâh sıradağlar gibi göğe yükselen ejder yüzlü dalgaların tepesinde ve gâh girdap belasına prangalı zemin çukurunda boğulma telaşı ile üçüncü gece sonunda gûyâ selâmet sahiline ulaştık. Ancak anılan mahall fazlasıyla taşlıktı. Med ve cezrin şiddetinden dolayı kendimizi emin bir şekilde kenara atmak, imkan dairesi haricinde idi. Çaresiz kendimizi birer birer deryâya attık. Kıyıya çıkmaya çalışırken dahi dalgaların geliş-çarpış hiddetinden çeşitli zorluk ve eziyetlere mübtela olduk. Her ne hâl ise, bir mikdâr durup-mola vererek aklımızı (başımıza) topladıktan sonra, “bu mahal, acaba ne mahaldir” deyü casusumuzdan soruşturduk. O dahi bakışlarıyla etrâfı inceden inceye süzerek, Süne Boğazı yakınlarında çevresi iki buçuk mil olan Yılan Adası’nda olduğumuzu tahkîk eyledi.
Pes bu sırada yüksek dalgalar gemimizi dahi kıyıya atmakla, anbarını karıştırdığımızda, içindeki altı kişi vefat etmiş olduğundan defn olundular. Daha sonra kalan yirmi beş kişi, arkadaş olanlar beşer altışar birbirleriyle anlaştı. Adı geçen Murtazâ Ağa, Hüseyin Gazî Mirzâ ve bir hizmetçisi ile ben dahi birbirimiz ile sözleşip, iyi kötü her ne olursa olsun asla birbirimizden ayrılmamak üzere yemin ettik. Bundan sonra, evvelâ üzerimizde yenilebilecek durumda olan yiyeceklerle karnımızı doyurmaya çalıştık. Ve bir harabe sarnıç bularak zafer kazanmış gibi sevinip, içinde toplanmış suyu kullanmakla yetindik. Daha sonra bu güç durumdan ferahlıkla kurtulabilmek için, çaresizlerin sığındığı yegane kapı ve istediği herşeyi sebepsiz halkedebilecek olan Allah’ın dergâhına el açıp dua etmeye, gece gündüz yalvarmaya başladık. Adaya varışımızın on yedinci günü deniz üzerinde bir geminin belirdiğini görünce, hepimiz, karaların ve denizlerin yaratıcısına binlerce hamd ve şükür ettik. Bir mikdâr âteş yakıp, gemidekilere, adada kurtarılmayı bekleyen insanlar olduğuna işaret etmeye çalıştık. Gemiden bir sandal görünüp, adaya yakın yere geldi. Bizleri tamamen farkettikleri anda ortada hiçbir sebep yok iken geriye döndüler. Ne kadar feryad ve figan eyledik ise de duymazlıktan geldiler, (gayretimiz) asla fayda vermedi. Tekrar gemiye binip, gözden kayboldular.
Pes bu acı olayın gerçekleşmesinden sonra başımıza neler geldiğini şöyle yazıp arz edebiliriz ki: Daha önce beyân olunduğu üzere, yanımızda bulunan yiyecek ne varsa bitirdiğimizden, adada bulunan ne kadar bitki çeşidi varsa onları da tükettikten sonra iyice çaresiz kaldık. Açlığımızı yatıştırmak için çevreyi inceden inceye araştırmaya başladık. Etraftaki kaya diplerinin ve kovuklarının içinde ve bazı mağaralarda yerleşmiş ürkütücü yılan ve garip oldukları kadar vahşi görünen ayı balıklarını avlamak için telaşla üçer beşer sağa sola seğirttik. Üzerimizde bulunan harp aletleri ile kâh kendimizi muhâfaza ve kâh bu vahşi hayvanlarla mücadele ederek, yaralayıp öldürdüklerimizi yiyerek hayatta kalmaya çalıştık. Bunlara dahi kıtlık geldiği esnâda, Ez-zarûrâtü tubîhü’l-mahzûrât (Zarûretler mahzurlu şeyleri mübah kılar) kaidesine binaen, daha önce vefat edenleri mezarlarından çıkarıp, gemiahşabından ve bizim kancabaş kırıntılarından tedârik etdiğimiz odunlarla pişirip yedik. Merhumların cesedleri dahi bitince, yine daha önce bahsettiğimiz yılan ve ayı balıklarının yuvalarına vardık. Onlar dahi insan gibi bizlerle savaşmaya durduklarından bir tanesini avlamak için çok fazla zahmet ve meşakkat çekiliyordu. Hattâ bir gün dört nefer arkadaş ile tahminen dört yüz okka gelir manda büyüklüğünde bir ayı balığı yuvasına varıp, muhârebeye tutuşduk. İşte bu gördüğünüz omuzlarımızı, sırtımızı ve göğsümüzü yaraladığından başka, tam zafer kazanacak iken karnını yarıp, işkembe ve bağırsakları zemine düşmüş halde yine de kendini deryâya atıp kaçtı. Zikrettiğimiz parçalarıyla karnımızı doyurmaya çalıştık. 3 gün sonra tekrâr o hâli ile canlı olarak yuvasına gelip orada öldü ve bir müddet de leşiyle geçindik.
Özetleyecek olursak, bu zorluklara düşkünlüğümüz kasım ayından otuz yedi gün önce oldu. Anılan sene kışında da gökyüzünden yağan kar, yağmur, ne var ise üzerimizden geçti. Mayıs ayına yedi sekiz gün kalıncaya kadar, yedi aya yakın müddetde, bazen ayı balığı muhârebesinde ve bazen vücutları yediklerini kabul etmediğinden vefât edenlerin etlerini yedik. Bütün arkadaşlarımız öldü, ancak adı geçen Murtazâ Ağa ve Hüseyin Mirzâ ve bir nefer hizmetçileri ile ben hayâtda kaldık. Lâkin bizler bile iyice güçten düşmüş, perişan idik. Ölümü bekler halde iken arkadaşlarımızdan biri sürünerek yanıma gelip, “Hüseyin Kaptan bir gemi göründü” diye haber verdi. Binler zahmet ve meşakkat ile yüzüm üzerine sürünerek bir mahalden baktım, ammâ güçsüzlüğüm sebebiyle görmemde de kuvvet kalmadığı için farkedemedim. Defalarca dikkat ederek hayali belirince, ne hâl ise ayaklanıp bir mikdâr ateş ve duman gösterdik. Anılan gemi dahi gitdikçe yaklaşıp ve bir sandal dahi göndermekle, taşlıklı adanın yanaşılacak mahallini onlara anlatıncaya kadar çekilen korku ve bekleyiş, tarif edilemez. Her ne hâl ise, yanaştıklarında bizleri sürüyerek sandala bindirdiler. Ahvâlimizi öğrenmek isteyip soruşturmaya başladıklarında, derdimizi anlatmaya mecâlimiz kalmadığını farkettiler. “Bunların karnını doyurmadıkça kendilerini toparlayamazlar” diye gemilerine götürüp ağzımıza peksimet taneleri koydular. Ağzımızı kıpırdatmaya bile halimiz olmadığını anlayınca, çenelerimizi kendi elleriyle hareket ettirerek yedirmeye çalıştılar. Bu esnâda bir mikdâr çorba tedârik edip yavaş yavaş içirdiler. Aklımız yerine geldikden sonra başımızdan geçenleri hikaye edebildik. Bizi yine Süne Boğazı’na götürüp karaya çıkardılar. Mizâcımız düzelip kendimize gelinceye kadar bir kaç gün orada kalıp oyalandık. Daha sonra herkes kendi vatanı tarafına doğru yola çıktı.” diyerek sözlerine son verdi.