Ziya Gökalp
Türk Medeniyeti Tarihi
İl kelimesinin hem barış hem de devlet manasına gelmesi, bu iki kelime arasında bir bağın varlığını gösterir. Devletin oluşumu, bağımsız aşiretler arasında kan davasıyla akının yasaklanması sonucu başlamıştır.
Eski Türklerde il, “barış dini” adını verebileceğimiz bir din sistemidir. Bu dinle yeni bir ilah, il ilahı yani barış ilahı, aşiret ilahlarını yenerek boylar arasında akını, soplar arasında da kan davasını yasaklamaya başladı. Artık aşiret kavgaları yasaktı. Çiviler, Yer-sular artık kendi aşiretlerini, aşiret kavgalarına teşvik etmeyeceklerdi. Bu barış dinini kabul edenler, il dairesine girmiş olurlardı. Böylelikle meydana gelen il dairesinden, en eski Türk devleti oluştu. Türklerde devlet, bu il dini kadar eskidir. Çinliler, bir merkezî devlet kuramıyorlardı. Tsin Türkleri milattan 241 yıl önce, il dinini oraya sokarak ilk kez Çin’de siyasî bir birlik meydana getirdiler. Türkler, bu barış dini sayesinde Asya’nın her yanına ve Avrupa’nın doğu bölgelerine yayılarak oralardaki aşiretleri birleştiriyor, iç barış esasına dayanan devletler meydana getiriyorlardı. Çin’de, Afganistan’da, Belücistan’da, Hindistan’da, Rusya’da, Macaristan’da, Romanya’da, Bulgaristan’da, devlet esasını kuran Türklerdi.
Başlangıçta, bütün Asya ve Doğu Avrupa, kavgacı aşiretler hâlinde idiler. Aşiretler durmaksızın, birbirleriyle din savaşı yaparlar ve kan davası yürütürlerdi. Bu iki sebepten dolayı, arada seller gibi kanlar akardı. “İl dini” bu dökülen kanlara son verdi. Asya’da, Doğu Avrupa’da, genel bir barış meydana getirmeyi başardı. Türk İlhanları zamanında, Mançurya’dan Macaristan’a hatta bazen Avrupa’nın merkezine kadar genel bir barış sağlandı. Bu büyük alan içinde herkes başına altın koyup serbest, hür gezebilirdi. İlhan, barış hakanı demektir. Bu bileşik kelimenin başındaki “il” eki barış anlamındadır.
Bazı kötü düşünceliler, Türklerin büyük ilhanlıklar kurmak için savaşlar yaptıklarını, çok kanlar döktüklerini yazarlar. Hâlbuki bu büyük savaşlar, sürekli olan küçük çarpışmaları ortadan kaldırmak için yapılıyordu. Her yıl aşiret kavgalarının öldürdüğü insanlar milyonlara çıkardı.
Devletler arası savaşlar ise bunlara oranla daha az kurban verirdi. Bundan başka, bir kez büyük bir barış devleti meydana geldi mi artık uzun seneler savaş olmazdı. İlhanlığın içinde de kan davası, akın, iç savaş gibi olaylar meydana gelmezdi.
Özellikle Türklerin savaşları, bütün milletleri “barışa davet” ülküsüne dayandığı için her ne zaman yenik taraf barış istese galip gelen eğer Türk ise kesinlikle barış teklifini kabul ederdi.
Milattan 236 yıl önce, karargâhı kuşatılan Çin Fağfur’u, Türk İlhan’ı Mete’den sulh ister istemez, teklifi kabul edildi (De Günyi). Türk tarihinde bunun misallerine çok rastlarız.
Fransızca Grand Ansiklopedi, “Hunlar” maddesinde, en büyük zaferler anında bile, Atillâ’ya ne zaman barış teklif edilmişse derhâl kabul ettiğini yazıyor. İşte, Atillâ’nın gerçek yüzü. Düşman bile istemeyerek onun erdemini itiraf etme zorunda kalıyor. Atillâ’nın savaşları, iç hesaplaşmalarla mezbaha hâlini almış olan Avrupa’da, genel bir barış atmosferi oluşturdu. Türk’ün bu büyük barışı, Roma barışından farksızdı.
Cermenlerin devlet kurmaya alışmaları, aralarında barışın, adaletin yerleşmesi Hunların eğitici idareleri altında yaşamaları sayesinde oldu. Avrupalılara göre Atillâ, kendi kendine “Allah’ın belası” sıfatını veriyormuş. Bu da Avrupalıların bir saptırmasıdır. Otuz asırdan beri Hun Tanjularının resmî bir adı demek olan “Tanrı Kutu” kelimesi, en eski atalardan beri aldıkları bir sandır. Anlamı Ruhullah (Allah’ın kutsal ruhu)’dır. Çünkü kut kelimesi kutsal ruh manasına gelir.
Atillâ’nın Mete’ye kadar ve ondan yukarı çıkan dedeleri, kendilerine “Tanrı Kutu” şanını verirlerdi. “Tanrı’nın gölgesi” yahut “Tanrı’nın kutsal ruhu” demek olan bu terim millî bir addır. Mutlaka, Atillâ “Ben Tanrı Kutu’yum” demiş; Avrupalılar onu bilerek yahut bilmeyerek “Allah’ın belası” diye tercüme etmişler. Bu tercüme “Tatar” kelimesinin, cehennem manasındaki “tartar” şeklinde okunması gibidir.
Eski Türklerde, bir millet kendi halkına “İç İl”, kendinin dışındaki milletlere “Dış İl” derdi. Anadolu’daki ve Dede Korkut Kitabı’ndaki “Taş Oğuz” terimi “Dış Oğuz” demektir. Buradaki dış kelimesi “Çolkı” kelimesi gibi bağımsız olan illeri bildirir: Çiğ Oğuzlarında İç Oğuz ve Üç ok, başbuğun içinde bulunduğu sol kol’dur. Diğer kola, Dış Oğuz ve Boz-ok adının verilmesi gerekli idi (Dede Korkut Kitabı). “İç İl” terimi de aralarında samimi bir vicdan ortaklığı bulunan bir grubu belirler. İlhanlıklarda iç ilin dairesi, bütün Türkleri içine alacak derecede genişlerdi. Orhun Kitabesi, Çin, Tibet, Hıtay gibi milletlere “Çolkı İl = Dış İl” adına veriyor. Bu kelime gösteriyor ki il dini, Türklerde milliyet ülküsü gibi bir de uluslararasıcılık ülküsü doğurmuştur. İlhanların yuğlarında (matem bayramlarında) yalnız İç İlden olan milletlerin değil, Dış İlden olan yabancı devletlerin de temsilcileri bulunurdu.
Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki il kelimesinin iki anlamından barış manasına olanı daha eskidir. “İlici” terimi “barışçı” kavramına karşılıktır. Türklerin aşiret hayatı yaşadıkları dönemlerin bazı izleri atasözlerinde kalmıştır: “Kanı kan ile yıkarlar, kalanı su ile yıkarlar.” Sonraları iç barış yerleşince bu atalar sözü aşağıdaki şekle girdi: “Kanı kan ile yıkamazlar, kalanı su ile yıkarlar.” İşte bu iki halk sözünden birincisi bize bağımsız aşiretler hayatını, ikincisi il hayatını gösterir.
Türkler en eski zamanlarda il şeklinde düzenli devletler kurmuşlardı. Devletin aşiretten farkı, kan davasını yürürlükten kaldırmasıdır. Bir halk grubunda eğer kan davası dayanışması varsa o henüz devlet olmamış, aşiret düzeyinde kalmış demektir. Yok eğer bir siyasi grup kan davasını yasaklamış mı, işte o, devlet niteliğini kazanmış demektir. Türklerin en eski kanunnameleri elimizde yoktur. Fakat onlardan alınmış olan Cengiz Yasası’nda, kan meselelerinde halk egemenliği, kişi egemenliğini yasaklamış ve ceza hakkını kendi üzerine almış olduğu görülür. Mahmut Esat Efendi’nin, Darst’ın Hukuk Tarihi’nden tercüme ettiği “Tarih-i İlm-i Hukuk” adlı eserinin 122. sayfasında şöyle deniliyor:
“Eski sözlerden açıkça anlaşılacağı üzere Cengiz Han’ın yasası, eski kişisel intikam hakkını yasak ederek onun yerine, devlet adına ve onun emriyle uygulanan gerçek cezayı getirmişti. Para cezası, bedensel cezanın fidyesinden ibarettir. Zamanımıza kadar ulaşan az miktarda sözlerden çıkarılacak gizli anlama göre ise taraflar arasında barış antlaşması da söz konusu olamaz.”
Bundan anlaşılıyor ki Türklerde en eski zamandan beri “ceza” kamu hukukundandı. Kişilerin hayatını, namusunu, malını korumak kamu gücünün borcuydu. Bunlara karşı yapılacak saldırıların suçlularına ceza verip uygulamak da kamu gücüne ait bir yetki idi. Öldürme, yaralama gibi olaylarda diyet verip uyuşmak kamunun hakkına saldırı olması yönünden yasaktı.
Türklerde, bağımsız aşiret hayatını ancak bir düşüş sonucu olarak bulmuştuk. Eski Türklerde genel toplumsal tür ildir. Türk medeniyetini anlamak ancak il teşkilatını iyi bilmekle mümkün olabilir. Bu bakımdan, biz burada ilin çeşitli tiplerini tetkik edeceğiz.
Türk ili bileşikliğinin derecesine göre aşağıdaki dört tipe dönüşür:
1) Küçük İl : Dört aşiretin birleşmesinden meydana gelmiştir.
2) Orta İl : İki küçük ilin birleşmesinden doğmuştur.
3) Büyük İl : İki orta ilin birleşmesinden meydana gelmiştir.
4) En büyük İl : İki büyük ilin birleşmesinden oluşmuştur.