Sinema, daha sonrasında televizyon ve video aracılığıyla, 20. yüzyıl sanatına büsbütün egemen olan gelişmelerin en önemlilerindendir. Tarihte ilk kez, hareketin görsel sunumu, dolaysız, canlı icraatten özgürleşti. Yine, tarihte ilk kez öykü, drama veya gösteri, zamanın, mekanın ve seyircinin fiziksel doğasının dayattığı kısıtlamalardan kurtuldu. Fransızlar tarafından icat edilen hareketli fotoğraf, 1890’a kadar teknik açıdan mümkün hale gelemedi.
Kısa filmler ilk kez, 1895-96 yıllarında, hemen hemen aynı anda Paris, Londra, Berlin, Brüksel ve New York’ta gösterime girdi. Bundan sonra ise, sinemanın etkisi olağanüstü oldu. 1910’lara gelindiğinde ABD nüfusunun yaklaşık %20’si, her hafta gösterime konulan kısa filmleri seyrediyordu. Amerikan film endüstrisi, “beş sentlik” haftalık gösterimlere büyük yatırımlar yaparken inanılmaz kazançlar sağladı. Sinemanın bu başarısı, öncelikle, film piyasasının alt ve alt/orta sınıf halk kitlesini hedef alarak, onları karlı bir biçimde eğlendirmek dışında başka hiçbir şey amaçlamamasından ileri geliyordu. Avrupa sosyal demokrasisi ise sinemanın bu başarısını, kaçış arayışındaki lümpen proleteryanın bir sapması olarak niteledi.
Göçmenler ve işçilerin beş sentleriyle servetler edinen Hollywood, 1930’lara kadar sanatsal bir mesaj taşımayan olağanüstü bir araç yaratmış oldu. Üstelik filmler sessiz olduğu için dil engeline takılmadan dünya pazarını rahatlıkla sömürmesini sağladı. Amerikan sinemasının tersine Avrupa sineması, daha elit tabakalara yönelmeyi seçmiş olsa da 1914’lere kadar sanatçıların ilgi duyduğu pek söylenemez. Ancak savaşın ortalarında, sanatçıların ciddi biçimde ilgilenmeye başladıkları sinema, 20. yüzyıl sanatını derinden etkiledi.