Sinemanın Doğuşu, Millî Eğitim Bakanlığı, Ankara, 2011.
Amerika'da ve başka ülkelerde sinema üzerine araştırmalar ilerlerken, Fransa bu alanda öncü olarak ortaya çıkmaya hazırlanıyordu. XIX. yüzyılın ikinci yarısı boyunca yoğunlaşan çalışmaların meydana getirdiği birikimi iyi kullanan Louis ve Auguste Lumiere kardeşler, "cinematographe" (sinematograf) adını verdikleri ilk sinema makinesini tamamladılar ve 13 Şubat 1895'te Fransa için patentini aldılar.
Bugünkü sinema makinelerinin ilk örneği sayılan Lumiere Kardeşler'in sinematografında, filmler makinenin merceğine dayalı bir izleme aygıtından değil, duvara gerilmiş beyaz bir perdede izleniyordu. Bu makinenin en önemli özelliği, üzerine fotoğrafın çekildiği filmin objektifin arkasından sürekli olarak geçmesiydi. Objektifin önünden geçen bir görüntü, yerini kendini izleyen bir görüntüye bırakırken, “obtüratör’’ adındaki bir örtücü ışınların araya girmesini engelliyordu.
22 Mart 1895’de Paris'te, 10 Haziran'da da Lyon'da sinematograf makinesini halka gösterdiler. 28 Aralık 1895 tarihinde ise Paris'te “Grand Cafe” bodrumunda bulunan 120 kişilik bir salonda ilk sinema salonu açılarak, halka gösterim yapıldı. Ücretli bu gösteriyi 25 kişi izledi.
İlk programda üç dakikadan fazla sürmeyen 10 film birden gösterilmişti. Özellikle, "Arrivee du Train en Gare de La Ciotat" (Trenin La Ciotat Garına Gelişi) filmi büyük ilgi görmüştü. Bu gösterilerde, üstlerine doğru gelen treni görünce izleyicilerin sandalyelerin altına saklanmaya çalıştıkları söylenir
Burada şunu belirtmekte fayda var ki bazı kaynaklarda, gösterinin yapıldığı yer olarak "Cafe de Paris" olduğu bilgisi vardır. Fakat, gerek sinema tarihi konusunda önemli bir eser olan, “Histoire du Cinema Mondial” (Dünya Sinema Tarihi) adlı eserden gerekse Louis Lumiere'nin makalesinden gösterinin Grand Cafe'de yapıldığını öğreniyoruz.
İlk filmler açık havada çekildi. Bu filmlerin ne senaryoları ne de yöneticileri vardı. Bunlar belgesel türde röportaj filmleri “Lumiere Fabrikasından Çıkan İşciler”, “Trenin Ciotat İstasyonu’na Girişi”, “Bahçesini Sulayan Bahçıvan”, “Deniz Kıyısında Bir Banyo Sahnesi” gibi belgeseller ile günlük hayattan sahneler saptayan filmler “Bebeğin Öğle Yemeği”, “Piguet Partisi” vb. aktüalite filmleriydi.
Fransa’da ancak onun yanı sıra Almanya’da, İngiltere’de ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sinema kısa sürede panayırların en çekici yanlarından biri oldu.
Bu gelişmelerden kısa bir süre sonra, film yapımcıları daha uzun metrajlı ve konulu filmler çevirmeye başladılar. J. Rector, Carson City'deki bir boks maçının 3.500 metrelik filmini çekti. Bu film, spora ve özellikle de boks’a düşkün olan Amerikan halkı tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı. Ayrıca, Edison Şirketi'nin müdürlerinden olan Edwin S. Porter, sinema tarihininin önemli filmlerinden “The Great Train Robbery” (Büyük Tren Soygunu) filmini çevirdi. Bu film bugünkü anlamda sinemacılığın başlangıcı sayılır.
Diğer taraftan, Fransa'da maddi destek bulan Charles Pathe, 1900 yılında Vincennes'te bir film stüdyosu kurarak filmler çekmeye başladı. Pathe, adeta sinemanın her alanını tekeline almış gibiydi. Yönettiği şirket büyük miktarda paralar kazandı. Bu şirketin, dünyanın birçok başkentlerinde temsilcileri ve New York'ta da fabrikaları vardı. 1910'larda yaşanan bir gelişme de konulu filmlerin sayısının ve kalitesinin artmasıdır. “Queen Elizabeth” (Kraliçe Elizabeth) ve İtalyan yapımı “Que Vadis?” (Nereye? 1913) bu filmler arasında gösterilebilir. Ancak, bu dönemde çekilen filmlerden en çok ilgi göreni, Amerikan iç savaşını konu alan “The Birth of a Nation”dur (Bir Milletin Doğuşu, 1914–1915) O dönemde David Griffith'e bir film için çok yüksek bir rakam olan 100 bin dolara mal olan "The Birth of a Nation", sonradan ona milyon dolarlar kazandırmıştı.
İllüzyonizme yönelen George Melies, Lumiere kardeşlerin geliştirdiği ticari geleneği olmayan sinemanın parlak geleceğini önceden gören tek kişi oldu.
1896’dan itibaren Montreul’daki arazisinde yaptırdığı Star Film Stüdyosu’nda (Avrupa’da ilk film stüdyosu), film çekimlerine başladı. Bunlar kısa aktüalite filmlerinin dışında tiyatrodan esinlenerek gerçekleştirdiği kısa komik filmlerle, illüzyonizm ve el çabukluğu hünerlerini yansıtan filmlerdi.
Melies, Montreuil’deki stüdyosunda tiyatro sahnesi büyüklüğünde bir alana dekorlarını yerleştirerek, gerektiği zaman büyük ölçüde dekor kullanımını da yöntemleri arasına sokmuştur. Melies stüdyo dışında da çekimler yapmıştır.
Sinemada Lumiere’lerle başlayan ve Melies’le devam eden Fransa’nın üstünlüğü 1914’lere kadar sürdü. 1895-1915 arasında dönemine göre uzun sayılabilecek filmler çevirdi. En ünlü filmi “Aya Seyahat”, fantastik sinemanın ilk örneklerindendir (1902).
Melies’in sinemada denediği yöntemleri altı başlık altında sayabiliriz.
Gözden yitirme: Makinenin durdurulması ile oluşturulur.
İkâme: Bir kimse veya eşyanın bir başka kimse ya da bir başka eşyaya dönüşmesinden oluşur.
Maket kullanma: Gerçek boyutlarında verilemeyen eşyanın film hilesiyle büyük izlenimi verecek şekilde çevrimde kullanılmasından oluşur.
Üste bindirme: İki çekimin aynı pelikül üzerinde üstüste bindirilmesiyle sağlanır.
Çoklu çevirim: Aygıtın merceği kapatılarak, aynı kare içinde çeşitli çevrimlerin yer alması sağlanır.
Karartma: Mevcut görüntüyü silerek ya da belirsiz hâle getirerek yeni bir çekimle açılışı sağlamaktan oluşur.
Melies’in filmleri arasında, Christ Marchant Sur Les Eaux (Sular Üzerinde Yürüyen İsa), Cendrillon (Kül Kedisi), Barbebleu (Mavi Sakal), Les voyages de Gulliver (Gulliver’in Gezileri), Robinson Cruzoe, Le Barbier de Sevile (Sevil Berberi) vb. sayılabilir.
Melies, “Çağlar Boyunca Uygarlıkta” Habil’le Kabil’den, yirminci yüzyılın başına kadar insanoğlunun hırslı tutumunu alaylı bir sinema diliyle vermiştir.
Canlandırma sineması dediğimizde, aklımıza animasyon (çizgi ve kukla filmleri) gelmektedir.
Çizgi film ya da canlandırma sineması dediğimiz yöntem, elle çizilerek yapılan resimlerin, canlandırma yöntemiyle hareketlendirilmesine dayanır.
Canlı resim sözcüğü “resim”, “karikatür” anlamına gelen İngilizce “cartoon” teriminden türemiştir. Bu teknikle çevrilen filmler, daha önce film kuşağı üzerine birer fotoğraf gibi baskısı yapılan bir dizi resimle oluşur. Bu kuşak perdeye yansıtılınca üzerindeki resimler de canlanır, hareketlilik kazanır. Bu bakımdan çizgi film, hareket izlenimi veren, filme alınmış desenler dizisidir. Çizgi filmler, canlandırma sinemasının yalnızca bir dalıdır.
Çizgi film üretiminin temel ihtiyacı, resimlerin tek kare pozlanabilmesi ve saniyede 24 kare hızla yansıtılarak hareket izlenimi verebilecek araçların yapılmasıydı. Bu aşamadan sonra çizgi film bireysellikten çıkıp kitlesel izleyici topluluklarına yöneldi.
İlk çizgi filmlerin yapımı 1900’lü yıllarda başlamıştır. Bu yapımların öncüsü olarak kabul edeceğimiz Fransız sanatçı Emile Cohl, beyaz kâğıtların üzerine bir dizi siyah figür çizdi. Bu basit çöpten adamların kullanıldığı filmi, perdede negatif bir biçimde izleyiciye sundu. Siyah zemin üzerinde hareket eden beyaz figürler izleyicinin çok ilgisini çekti.
Cohl, tek resimli çevirim işlemini uygulayarak ilk canlı resim filmlerini gerçekleştirdi. Emile Cohl’nin 16 m’lik ilk filmi Fantasma Goriey’le (1908) gerçekleştirmek istediği şey, kahramanlara bağımsız bir hareket kazandırmaktı. Daha sonraları Pat Sullivan’ın yaratıcısı olduğu “Felix The Cat” ile çizgi film teknikleri hızlandı. Çizilen resimler beyaz arka plan üzerinde siyah çizgiler olarak filme alındı.
Yalın bir dekor ve çizgilerle yaratılan çizgi film tiplerinin çeşitli serüvenleri ilgi toplayarak, izleyiciler tarafından beğeni ile izlenen, güldürü ve eğlence olarak benimsenen, bir film türü hâline gelmiştir. Çizgi filmler zamanla o kadar çok beğeni kazanmıştır ki, sanatçı eliyle ortaya çıkarılan çizgi film kahramanı, daha sonra kalemden ayrılarak, kendine özgü bağımsız bir hayat kazanmıştır.
Genellikle hayvan tiplemesi olan çizgi film kahramanları, giderek yaşayan film yıldızları kadar ünlenmiştir.
Çizgi filmlerden bahsedince akla gelen önemli isimlerden biri Walt Disney’dir. Canlı resimlerle, canlı oyuncuları bir araya getiren “Alice in Cartoonland” (1924), serisiyle isim yapmış, bunu izleyerek 1926, 1927’de “Oswald the Lucky Rabbit” adlı film serisiyle ününü pekiştirmiştir. Ancak Walt Disney’e gerçek ününü kazandıran “Mickey Mouse” filmleridir.
Walt Disney’in Mickey Fare filmlerinin dışında masalımsı öykülerden oluşan öteki filmleri arasında, “Üç Küçük Domuz” (1933), “Bremen Mızıkacıları” (1923), “Kırmızı Başlıklı Kız” (1923), “Devi Öldüren Jack” (1923), “Üç Küçük Ayı” (1923), “Tavşanla Kaplumbağa” (1934) sayılabilir.
1930'lar siyah-beyaz sessiz çizgilere, sesin ve rengin geldiği yıllardı. Walt Disney'in ilk uzun metrajlı çizgi filmi “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” (Snow White and The Seven Dwarfs), gösterime girince büyük bir başarı kazandı ve yavaş yavaş kurulan atölyeleriyle Walt Disney, çizgi film sektörünün tek devi oldu.
Disney'in Mickey'sinin tek rakibi ise ıspanakla pazularını şişiren Fleischer kardeşlerin “Popeye” (Temel Reis)’siydi.
Miki Fare'den sonra Saul Bass, Chuck Jones, Ben Hardaway, Peter Foldes, Jan Lenica,
T. Avery, Ion Popesco-Gopo, Vatroslav Mimica ve Kuri Yoci gibi çağdaş çizgi film dünyasının pek çok ismi, Donald Duck'ı, Bugs Bunny'yi, Tweety ve Sylvester'ı, Tom ve Jerry'yi kazandırdılar.
1980'lerde bilgisayar teknolojisinin de kullanımıyla büyük gelişmelerin kaydedildiği bu alana her geçen gün yeni kahramanlar katılıyor.
Amerika'da telefon, fonograf ve elektrik ampulünün geliştirilmesine katkıda bulunmuş olan Thomas Edison, William Dickson'ın da yardımıyla bir fonograf plağıyla eş zamanlı olarak film gösteren bir araç icat etmiştir. Edison bu araca “Kinetofonograf” adını vermişti. Bununla birlikte 1889'da ilkel bir kamera ve projeksiyon makinesi geliştirmiş ve fotoğraf filmlerinden yararlanarak, önce seri fotoğraflar çeken "kinetograph" adında bir alıcı makine; sonra da çekilen seri hâlindeki fotoğrafları göstermek için "kinetoscope" adı verdiği başka bir aygıt yapmıştır (1890).
Kinetoskopu basit bir şekilde tanımlamak gerekirse, bir yanında mercek bulunan bir kutu vardır. Bu kutunun içinde, merceğin önünden filmler geçirilir. Filmin arkasında da bir ışık yanar. İlk makineler saniyede 48 resim geçirirdi. Ancak, kinetoskop tam bir "gösterici" değildi. Yansıtılan resimler sadece bir seyircinin bakabildiği özel bir izleme aygıtından izlenebiliyordu.
Bu ilerlemelerin ışığında gelişen sinema, Yeni Dünya Amerika’da büyük ilgi topluyordu. Gezici sinemaların yerini yerleşik sinemalara bıraktığı 1905’ten itibaren tüm büyük Amerikan kentlerinde binlerce sinema açıldı. Geleceğin dev şirketlerinden olan Paramount ve Fox’un ilk girişimleri başlarken, yapımcılarla dağıtımcılar arasında mücadeleler, patent savaşları, çekişmeler sürdü gitti.
Sessiz sinema döneminde sinemaya silinmez damgasını vuran David Work Griffith’tir. 5 yıl içinde 456 kısa film yaptı. 1910’da California’ya geçerek Hollywood’un temellerini attı.
Sinemanın dil yapısıyla öykü anlatma kapasitesine yepyeni ufuklar açtı. Griffith’in 1915’te çevirdiği “Bir Milletin Doğuşu” adlı uzun film dev bir eserdir. Ancak “Hoşgörüsüzlük” adlı çılgın deneme ticari başarı getirmedi. Griffith’nin ortakları Thomas Ince ile Mack Sennett sessiz film dönemi boyunca ticari başarılı filmler çevirdiler.
Zamanla Amerika, Griffith ve Mack Sennet’in gözden düşüşü ile sarsılan üstünlüğünü korumak için yabancı sinemacıları çağırdı. Amerika o dönemde çevrilen değerli filmlerin çoğunu Avrupalılara borçludur. Yalnız iki alanda Amerika Avrupa’dan üstündü: belgeselde ve komedi filminde.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve sessiz sinemanın klasik dönemi ya da altın çağı dediğimiz 1924- 1927 arasında Almanya’da “Dışavurumculuk” (Ekpresyonizm) akımının ilk önemli filminden birinin adını alan Caligari’cilik adı verilen ve sinemada ruh hastalarının, katillerin, çılgın bilim adamlarının öykülerinin özellikle uyarlandığı bir tür ortaya çıktı. Bu türde, dekorların deforme edilmiş şekilleri bir anlatım değeri kazanmakta, her şey katı ve özel bir mantık içinde yerini bulmaktaydı.
Alman dışavurumculuğu, dış dünya gerçeğinin değiştirilmesi şeklinde ortaya çıkar ve dış dünyayı yönetmenin gözüyle, onun gördüğü şekilde yansıtır.
Robert Wiene’nin “Dr. Caligari’nin Muayenehanesi” adlı eseri, bu dönemin baş eseridir. 1910’da empressionizm (izlenimcilik) ve natüralizme (doğacılık) bir tepki olarak ortaya çıkan ve dışavurumculuk adını alan bu öncü hareketin o güne kadar bütün sanat dallarında (musiki, edebiyat, resim, mimarlık) etkisi açık ve belirliydi. Savaş yenilgisini izleyen çalkantılı günlerde, dışavurumculuk Berlin sokaklarını, tiyatroları, kahvelerin dekorlarını, mağaza vitrinlerini adeta egemenliği altına almıştır.
Bu dönemde verilen eserler arasında Karl-Heinz Martin’in, “Şafaktan Geceyarısı”na, Paul Wegener’in, “Golem”i Fgritz Lang’ın, “Dr. Mabuse” vb. sayılabilir. Bu filmler bugün de sinemanın klasikleri arasında yer almaktadır.
Yine Fritz Lang’ın “Üç Işık”, Paul Leni’nin “Mumyalar Pavyonu”, Hans Kobe’nin “Yitik Ahlak”, Arthur Robison’un “Gölgeler” adlı eserleri önemlidir.
Zamanın geçmesiyle Alman sinemasında temalar ve temsil tarzları değişti.Bütün bu gelişmelere karşın uzun bir çöküş devresinin başlangıcı sayılan 1924 yılında bile kaliteli bazı filimler çevrildi. Dupont’tan “Çeşitlilikler” (1925), Pabst’tan Greta Grabo’nun başrolünü
oynadığı “Neşesiz Sokak” (1926), Fritz Lang’dan “Metropolis” (1926), devasa dekorların kullanıldığı bu şaheser Alman sessiz sinemasının sonunu haber verdi.
Sinemanın başlangıç yıllarından bu yana belgesel çalışmalara önem verilmiştir. Fransa’da Lumiere’ler, Pathe ve Gaumont kuruluşlarının ve İngiltere’de Charles Urban’ın dünyanın her yanına gönderdikleri film operatörleri, belge filmi çekip getiriyorlardı. Sonradan bu filmler Fransa ve İngiltere’de çoğaltılarak dünyanın her yanına dağıtılıyordu. “İngiliz Belgesel Okulu”nun kurucusu olan John Grierson bu konudaki görüşlerini “Documentary and Reality” adlı kitabında açıklamış ve 1927 yılında küçük bir grup oluşturarak bir film çevirmiştir. Grierson sonraları Posta İdaresi’nin bünyesindeki bir kuruluşun başına geçerek bir seri, öğretici film çevirmiştir.
Grierson, tüm hükûmet kuruluşlarından bağımsız kendine ait bir film “Center” kurdu. Belgesel film alanında bir yenilik getirerek Protestan kökenli ve çağdaş İngiliz dünyasının endüstriyel mirasını vurgulayan filmler yaptı. Filmlerinde belgeselin estetikten çok sosyal misyonu bulunduğunu, asıl önemli işlevin de bu olduğunu vurguluyordu.
Grierson’un, büyük belgesel ustası Flaherty ile yaptığı çalışma sonucu ortaya çıkan “Aran Adası”nda, iki çocuklu bir ailenin doğa ile iç içe balıkçılık ve patates yetiştirerek ne güçlüklerle hayatlarını sürdürdüklerini şiirsel bir gerçeklikle anlatır.
Gittikçe uluslararası bir endüstriye dönüşen sinema bütün Avrupa ülkelerini sardı. Örneğin Danimarka’da, ülkenin tiyatro gelenekleriyle beslenen ve İskandinav ülkeleriyle Orta Avrupa’da kendisine pazar bulan sinema hızla ilerledi. Danimarka sineması az sayıda film yapan küçük şirketlerin bulunduğu Almanya’da pek rağbetteydi.
İsveç’in en büyük firması Svenska film 1909’da Charles Magnussen tarafından kuruldu. Magnussen’in en büyük özelliği 1913’te çevrilen “İngeborg Holm ”deki gibi, millî konulara yönelmesiydi. Yönetmenliği seçen iki eski oyuncu, Sjöström ve Stiller, 1912’de bir topluluk kurdular ve başarılı oldular.
Rusya’da ise, din adamlarınca yasaklanan ve hükümet tarafından kuşkuyla karşılanan sinema büyük zorluklarla karşılaştı. Çevrilen filmlerin bir kısmında Danimarka temaları ele alındı veya nihilist etkide ölüm teması işlendi, bir kısmında da millî gelenekler ve millî edebiyat konu edildi. Daha o zamanlar tiyatrovari sahneye koyma anlayışı, Rus sinemasını etkilemişti.
Bu dönemde sinema, en büyük hamleyi İtalya’da yaptı. Doğal dekorlar içinde çevrilen ve millî geleneklerden ilham alan İtalyan filmleri kısa zamanda kendine has bir biçim kazandı ve İtalyan sineması büyük sahne düzenlemelerinde uzmanlaştı. “Pompei’nin Son Günleri” filmi iki defa çevrildi.