T.R.T’nin sorularına cevap olarak hazırlanmıştır. Yavuz ve diğerleri, 2000: 307-310.
T.R.T’nin sorularına cevap olarak hazırlanmıştır.
Yavuz ve diğerleri, 2000: 307-310.
- “Efendim, bugüne kadar dillerin doğuşu hakkındaki teolojik ve ilmî izahlar nasıldır? Kısaca anlatır mısınız?”
- İnsanı hayvandan ayıran dil (konuşma) melekesinin doğuşu hakkında kitabî (izahlar) ile bir gelişme nazariyesi vardır. Bildiğiniz gibi Tevrat’tan gelen rivayet Tanrı’ya şirk koşan Nemrud’un Babil Kulesi’ne yıldırımlar yağdığında kaçışan insanların dillerini kaybedip türlü diller konuşmaya başlamaları şeklindedir. Kur’an’ın hükmü ise mutlaktır: “Ulu Tanrı... İnsanı yarattı ve ona konuşmayı öğretti.” Türkçemiz hakkında Kâşgarlı Mahmud’un naklettiği bir de hadîs-i şerîf vardır: “Türk dilini öğreniniz. Çünkü onlara çok uzun bir hâkimiyet mukadderdir.”
Gelişme nazariyesi de şöyle: Toplu olarak yaşamaya başlayan ilk şuurlu insan (homo sapiens) candaşlarıyla anlaşma ihtiyacını duydu. El, yüz ve ses işaretleriyle başlayan bu anlaşmada danışıklı ses işaretleri gelişerek kelimeleri ve zamanla cümleleri yarattı. Böylece yeryüzünde meydana gelen az sayıda ana diller yer yer farklılaşıp çeşitlenerek bu günkü dünya dilleri doğmuş oldu.
- Türkçenin sadeleştirilmesi hareketlerini anlatır mısınız? Atatürk’ün bu konudaki tavrı hakkında neler söyleyeceksiniz?
- Türk yazı dilinde sadeleşme ve millileşme hareketi Meşrutiyet devrinde şekillenmiştir. Bugün Osmanlıca dediğimiz yazı dilimiz pek çok Arapça ve Farsça kelimeler ve kurallarla dolmuş, halkça anlaşılmaz bir karma dil hâline gelmiş bulunuyordu. Türkçülerin yürüttükleri bu hareket kısa zamanda bize yeni Türkçe dediğimiz güzel bir edebî dil kazandırdı. Atatürk bu gelişmeyi hızlandırmak ve yaymak istedi. Çünkü o yıllarda devlet dili ilim dili henüz Osmanlıca hizasında kalmış bulunuyordu. İşte devletçe ele alınan bu harekete dil inkılâbı adını verdik. Atatürk bu çalışmalara bizzat katılmıştır (1932-1936). Millî bir seferberlik şeklini alan dil davasına milletçe katıldık. Her eli kalem tutan yazarken ve bir ölçüde konuşurken kendi ana dili duygusu kılavuzluğu ile Türkçe kelimeleri tercih etmeye ve yaşayan dil kurallarıyla doğru Türkçe kelimeler yaratmaya gayret eder oldu. Bu yaygın millî şuurlanma dilimize yeni, doğru ve güzel kelime kazandırmıştır. Bu organik hareket devam ediyor ve devam edecektir. Türkçemiz her zaman dilin kelime yapım kurallarına ve zevkine uygun, doğru ve güzel yeni kelime tekliflerine açık olacaktır.
Şu var ki bu hızlandırma hareketinin başlangıcında tasfiyeciler ön plâna geçmişlerdi. %100 Türkçe, bir öz Türkçe yaratacaklarını iddia etmişlerdi. Atatürk bir kökten inkılâpçı olduğu için onlara ön verdi. Bunlar daha Meşrutiyet’in başlarından beri bu iddiayı yürütmüşler ve Türkçülerin “Türkleşmiş Türkçedir” ölçüsüne karşı çıkmışlardı. Onlar için dilin yapısı ve kuralları da söz konusu değildi, uyduruyorlardı. Şimdi bunlar Türkçeleşmiş her kelimenin karşısına da bir gölge kelime koyarak bir öz Türkçe yapmak ve dilde yaşayanlarını yasaklamak yoluna gittiler. Konan kelimelerin birçoğu dilin yapısına aykırı, uydurma, yabancı dillerden yakıştırma, hatta Arapça yerine Fransızcasıydı (Bakınız, Cep Kılavuzu 1935). Atatürk bu yapma Türkçeyi denemiş ve denetmiştir. Ama beğenmemiştir. Yazılarında ve nutuklarında da görüldüğü gibi o gençliğinden beri Osmanlıca yazmış, bir ara bu yapma Türkçeyi denemiş, sonra yaşayan Türkçeyi seçmiştir. Bu son davranışı ile de tasfiyeciliğe son vermek istemiştir.
- Atatürk Güneş-Dil Teorisi’ni ileri sürerken ne düşünmüştür?
- Güneş-Dil teorisi Atatürk’ün dilde ırkçılığa, tasfiyeciliğe, uydurmacılığa son verme kararının ifadesidir. O yıllarda yakınında bulunan Falih Rıfkı, Yakup Kadri ve Ahmed Cevad’ın kitaplarını okuyunuz.
- Efendim, soruyu genişleterek tekrarlamak istiyoruz. Atatürk’ün Türkçeye müdahale ederken maksadı neydi? Bu müdahalede TDK’nın yeri ne idi?
- Atatürk’ün dile ne maksatla müdahale etmiş olduğunu yukarıda konuşmuş bulunuyoruz. Onun bu müdahalesi iki hususta dilimizin oluşması yönünde olumlu sonuç vermiştir. Biri dilde istiklâl davasını millete mal ederek ilerletmek, ana dilin kendine gelme ve kelime yaratma gücünü canlandırmak, millîleşmeyi dilin her sahasına ulaştırmak, biri de terimleri (adlamaları) ana dilden yapma kararına varmak. Türkçüler bu son hususta henüz cesaretsiz görünmüşlerdi. Türk Dil Kurumu (dernek) bazı şahsî ve toplu çalışmalarla faydalı eserler de vermiştir. Ancak dilin gelişmesini yönlendirmek hususunda çarpık bir yolda ve yetersiz kalmıştır. Kurucusunun ölümünden sonra ise yeniden ve daha hızlı bir uydurmacılık yoluna itilmiştir (Felsefe Terimleri’ne bakınız, 1942). Bu hâl aydınlarda ana dile güven duygusunu sarsmış ve daha çok batı dillerinden terimler kullanılmasına yol açmıştır. Yarı aydınlar ise buna zaten meraklı olduklarından alabildiğine Fransızca kelimeler kullanmaya, hatta Fransızca kelime icat etmeye dökülmüşlerdir. Öyle ki Türkçemiz bu sefer batı dillerinin istilâsına açık bir duruma düşmüştür. Sonraları o kurum da yozlaşmış, yapma dil yabancı bir ideolojinin vasıtası hâline getirilmiştir.
- Sayın Banguoğlu, müdahalelerdeki yanlışlıklar ve kelime uydurma politikasına karşı çıkarken, Türkçenin hâlihazırdaki durumuyla çağımızın dilleri karşısında zayıf kalacağı iddialarını nasıl karşılarsınız?
- Anadilimizin kelime dağarcığı zengindir. Eski Türkçe, tabanı geniş bir dildir. Ancak sonraki devirlerde medresede öğretim dilimiz Türkçe değil, Arapça olmuş ve o dilden kelime üretme yoluna gidilmiştir. Böylece dilimize pek çok Arapça, edebiyat yoluyla da Farsça kelimeler girerken, Türkçe kelime üretme imkânlarımız işletilmemiş, kısırlaşmış. Şimdi onları çalıştırıp Türkçe kelime dağarcığımızı zenginleştirme yolundayız.
Türkçemizin fiil kökleri bütün Hind-Avrupa dilleri fiil köklerinden daha çok ve fiil çatısı daha zengindir. Fiil çekimi kalıpları ise Arapçadan da daha çeşitli ve daha inceliklidir.”