Sakaoğlu 2007: 178-182.
Vaktiyle iki talebe varmış. Birisinin ismi Ebu Ali Sina, diğerinin ismi ise Ebulharis'miş. Bu kardeşler çok akıllı kişilermiş. Bunlar okula gidiyorlar ve sekiz yaşında bütün ilimleri öğreniyorlar. Ebu Ali Sina, Ebulharis'in küçüğüymüş. Bunlar öyle tahsil görüyorlar ki, üzerine oturdukları minderin altına bir sigara kâğıdı konulsa, minderin aşağı yukarı yükselmiş olduğunu bilirlermiş. Bu kardeşlerin zeki olduğunu herkes biliyor.
Zaman geçiyor, bunların yaşı ilerliyor. Bir gün Ebulharis, Ebu Ali Sina'ya diyor ki: "Birader biz gidelim, bir parça da 'Fesuras' mağarasında sihir ilmi görelim." Buhara'da 'Fesuras' mağarasında sihir ilmi varmış. İki kardeş o mağaraya gitmeye karar veriyorlar. Ebulharis, Ebu Ali Sina'ya diyor ki:
"Birader ora bir gün açılır, bir sene kapalı kalır, biz orada ne ile vakit geçireceğiz?"
"Ben ottan hap yapacağım, mercimek büyüklüğünde, bu hap 24 saat ekmek ve su vazifesini görecek." Ondan sonra 365 tane hap yapıyor ve kardeşine veriyor. 365 tane de kendi cebine koyuyor ve 'Fesuras' mağarasına giriyorlar. Mağarada bir yıl sihir ilmi görüyorlar. Bu mağaraya girerken yanlarında bir şişe soğan suyu ve bir beyaz defter götürüyorlar. Güneşe tutulduğu vakit soğan suyu okunurmuş. İki kardeş bu mağarada bir yıl kalırlar. Tabi bunlar tıraş olmayı unutmuşlar. Saçları, sakalları bir birine karışmış, bir yıl mağarada hapla idare ettikten sonra bunlar mağaradan çıkarlar. Bunlar çıktıklarında bunları vahşi hayvan diye yakalarlar ve padişahın huzuruna çıkarırlar. Padişah bunlara sorar:
"Sizin bu vaziyetiniz ne?"
"Eee... ne var, insanız."
"Nereden geldiniz?"
"Mağaradan."
"Yok, siz senelerce bir yerde kalmışsınız, tıraş olmamışsınız, siz bir yerde gizliymişsiniz."
Padişah, bunlara hüküm vermek isterken o sırada Ebu Ali Sina:
"Acaba ben bu sihir ilmini boşuna mı öğrendim?" der ve dua okumasıyla birlikte deniz meydana gelir, padişah ve halkının üzerine taşar. Halk ve Padişah:
"Aman Allah'ım gittik." filan derlerken, kardeşler de birer balık olurlar ve denize dalarlar. Bunların birisi denizde peri memleketine gider. Diğeri ise Orta Asya kıtasında çıkar. Ebu Ali Sina Orta Asya'ya, Ebulharis ise peri memleketine çıkar.
Ebu Ali Sina Orta Asya'da gezerken "Ali Helvayı Hurucu" isminde bir helvacının dükkânına varır. Derviş suretinde olan Ebu Ali Sina helvacıya der ki:
"Bizim arkadaşlar senin iyi bir insan olduğunu bana anlattılar."
"Get yahu, belki benden daha iyi yapanlar vardır, el üstünde el vardır. Belki benden üstad olan vardır, ben sizden fikir almak isterim."
Ebu Ali Sina bu adamın misafiri olur ve evinde yatar. Gece vakti olduğu zaman:
"Amca kalk, benim helva yapacak zamanım geldi."
"Yat kardeşim, ben çabuk yaparım, merak etme."
"Aman amca ne değilsin, hele bir kalk benim şimdi müşterilerim gelir. " "Ben çabuk yaparım." filan derken Ebu Ali Sina da kalkar, beraberce helva teşkilatını kurarlar. Ebu Ali Sina Helvacı Ali'ye der ki: "Helva ol bakayım,"
"Vay Allah belanı versin, böyle mi olacak?"
Bunun üzerine Ebu Ali Sina, Helvacı Ali'ye dirseğini vurmasıyla Ali altı aylık peri memleketine gider. Ebu Ali Sina değneğe 'avsun' okur. Aynı Ali dükkâna gelir. Yine helva yapılır, dükkân açılır. Ebu Ali Sina ile Helvacı Ali beraber çalışırlar. Fakat asıl Helvacı Ali altı aylık peri memleketindedir. O, peri memleketinde dil bilmediği için çok perişan olur. Bir gün peri memleketinden birisi Helvacı Ali'ye sorar:
"Sen bir yabancısın, bu memleketin adamına benzemiyorsun, sen kimsin? "
"Sorma arkadaş, bir ihtiyar helvacıymış, geldi, evimde misafir oldu. Gece kaldırdım, "Ben çabuk yaparım, sen üzülme." filan derken "helva ol bakayım!" demesiyle bana bir dirsek vurdu, ben bu memlekete düştüm."
"Pekiyi, nerelisin?"
"Ben Orta Asya'danım." "Orta Asya neresi?"
"Buraya altı aylık yol."
"İyi, sen gideceksin, peri padişahının huzurunda Ebulharis isminde bir şahıs var. Böyle işlerin erbabı, seni memleketine ancak o atabilir. Ondan başka kimse götüremez."
Helvacı Ali hemen peri padişahının huzuruna çıkar, Ebulharis'i bulur ve der ki: "Aman üstadım, ben böyle böyle bir şahısa denk geldim, beni bu diyarlara attı."
"Ha o benim birader, benim hocam, küçüğüm ama o benim hocam. Ona Ali Sina derler. Vardığında ağabeyin peri padişahının memleketinde eğleşiyor, çok selamı var de." der. Ve sorar:
"fiimdi gitmek istiyor musun?"
"Evet istiyorum."
"Beri gel."
Gözüne kudret sürmesini dokundurmasıyla beraber, bir de gözünü açtı ki helvacı dükkânında. O zaman derviş (Ali Sina) öteki Ali'yi kaybeder. Ali bir baksa ki dükkânda, terekte helva kasada para. Koşuyor anasını buluyor, onu kucaklıyor:
"Aman anam beni çok mu özledin, çok mu ağladın?"
"Ali, içtin mi? Şimdi yataktan kalktın."
Babasına varıp onu kucaklıyor:
"Baba ben kaybolalı çok mu ağladın?"
"Oğlum sen nere gittin, sen içtin mi, dellendin mi?"
Kısacası onun kaybolduğundan hiç kimsenin haberi olmuyor.
Ali peri ülkesinde kaldığı vakit, peri padişahının kızına âşık olur.
Ebulharis'in yanında iken o kıza gönül bağlar. Ali döndükten sonra dervişe der ki:
"Üstadım, ölünceye kadar sana hiç bir şey yok, burada yiyip içip yatacaksın, fakat şu peri padişahının kızını da bana getireceksin."
Ebu Ali Sina bir 'avsun' okuyarak, anında kızın yanına Ali'yi gönderir. Hemen anında da geriye kız ile beraber dervişin yanına gelirler.
Bu defa peri padişahının yanındaki Ebulharis'e derler ki:
"Aman kız kayboldu" Ebulharis bir 'avsun' okur, kız hemen geri gelir. Böylece kız bir orada, bir burada balon gibi uçup durur. Bu 'avsun'dan kurtulmak için bir odanın içerisini samanla doldururlar, üstündeki yakıcı maddeleri hemen ateşlerler. Böylece Ali'nin gözündeki kudret sürmesi hemen silinir. Böylece Ali'nin gerçek siması ortaya çıkar. Fakat Ebu Ali Sina, Ali'nin kolundan tutmasıyla birlikte Ali bir jandarma olur. Onu yakalamak isteyen jandarma onu iteler. Ali'ye kimin sahip çıkacağı belirsiz olur. Onlar bu şekilde uğraşırlarken ihtiyar dervişin bu işten haberi olur ve sıkıntıda olan Ali'nin elinden tuttuğu gibi onu götürür.
Ebu Ali Sina (derviş) bir gül yapar ve onu peri padişahına gönderir. Peri padişahı kokladığı vakit ölür. Ebulharis koklar, o da ölür. Ali bunların ölümünden sonra da kızı alır gelir. Ali peri padişahının kızı ile evlenir.
Bir gün Ali lokantacıya gider ve orada yemek yemek ister. Lokantacıya der ki:
"Benim dil bilmez hizmetçi bir ahrazım var. Avucunun içerisine altını bırakırım, yemek tenceresini eline veririm. İşte bugün bana davar parçası [kellesi] getireceksin, yeyeceğim. Altını avucundan alsam yine konuşmaz. (Okuduğu da bir siyah odun parçasıdır.) Bu her gün gider gelir, altınlar pırıl pırıl parlar, 29 altın olduğu için 29 kelle yediğimi anladım, o parayı hiç harcamamış olduğunu anladım.
O paradan hiç harcamamış. Bütün alışverişi kendi parasından yapmış. Bir gün para yetişmeyince lokantacı diyor ki:
"Ulan şu paradan harcayayım." diyor. Bir de alsa baksa ki bir sürü 'tıngır' eski para.
"Eyvah, cin midir, şeytan mıdır?" deyip kepçeyi çekip can sıkıntısı ile Ali'ye saldırır. O arada Arap gelir, ona kepçeyi vurmasıyla Arap lokantanın ortasında ölür. O sırada hemen derviş gelir:
"Niye öldürdün benim hizmetçimi?"
"Sen niye bana tıngır para verdin, altın diye kandırdın?"
"Yahu haydi tıngır para verdim, bu adamın suçu ne idi de öldürdün?"
"İşte can sıkıntısıyla bir vurdum öldürdüm."
Nihayet adam gidiyor ve hâkime davacı oluyor:
"Bu lokantacı benim hizmetçimi öldürdü."
Geliyorlar bakıyorlar lokantanın ortasına, gerçekten ölmüş. Ortada simsiyah bir adam yatıyor. O anda lokantacı hâkime diyor ki (Aslında hâkim lokantacıya diyor): "Sen niye vurdun bunu?"
"Yahu böyle böyle oldu, bu cin mi, şeytan mı, bunun sattığı adam kellesi, bana gönderdiği hep adam kellesi. Benim seslenmediğime ne bakarsınız, isterseniz geçin lokantadaki yemek kaplarını kontrol edin." diyor.[Bu konuşmanın ikinci yarısı Ebu Ali Sina'ya aittir].
"Ulan öyle bir iş mi olur. Gidin lokantaya bir bakın?"
Açmışlar ki kimi ak sakallı, kimi delikanlı oğlan kafası, kazanlarda kaynayan da hep adam kellesi.
"Aman, dervişin sözü sahihtir, esastır, bakın hep delikanlı ve ihtiyar adam kellesi kaynıyor kazanda." Hâkimler hemen buna idam kararı veriyor. Adam bu sefer ağlıyor, yalvarıyor:
"Aman yahu etmeyin, gitmeyin, memlekette hiç adam kayboluyor mu? Ben bu kafaları nerede bulup pişireceğim?"
Adamı darağacının köküne götürüyorlar. Bu sefer derviş diyor ki: "Bir daha yoklan, belki iyi tanımamışsınızdır."
Gelseler bir de baksalar ki bakırda kaynayanın birisi çebiç kafası, diğeri keçi kafası. Yanlarındaki dervişe bakarlar, onlar da kaybolmuşlar. Ararlar sonunda helvacı dükkânının önünde oturur bulurlar.
"Gönderin polisleri, şu adamı alın getirin, bu ne biçim adammış" diyor hâkim. Polisler gidiyor ve dervişe diyorlar ki:
"Haydi seni hâkim istiyor."
"Ben gitmem."
"Nasıl gitmen?"
Polisler kolundan bir tutuyorlar, kolu kökünden çıkıyor.
"Aman kolum, kolumu söktünüz" filan derken beraber polisler çıkan kolu bırakıp kaçıyorlar, varıyorlar hâkime:
"Hâkim bey, gelmedi, kolundan tuttuk, kolu kökünden söküldü, elimize geldi, biz de kolunu üzerine attık, kaçtık."
"Ayaklarından tutun bakayım."
Ayağından tutarlar, ayağı çattan çıkar, bacaktan çıkar; bir türlü olmuyor. Varıyorlar hâkime anlatıyorlar. Hâkim diyor ki:
"Bir harar [çuval], telhis [ince dokunmuş çuval] götürün, parçalarını tüm içerisine katın, hepsini alıp gelin; bu ne biçim adammış bir görelim."
O arada polisler geliyor. Bir tehlis getiriyorlar. Kolundan tutuyorlar kolu kopuyor, onu tehlisin içerisine atıyorlar. Ayağından tuttukları vakit o kopuyor, onu tehlisin içerisine atıyorlar. Boynundan tutuyorlar, boynu kopuyor, onu tehlisin içerisine atıyorlar. Bu parçaları polisin birisinin sırtına kaldırıyorlar ve hâkimin dairesine götürüyorlar:
"Ne oldu?"
"Getirdik. "
"Açın bakayım içini?"
Bir de açsalar baksalar ki, içinde bir kara köpek. Çıkarken beraber hâkimin ve oturanların üzerine saldırıyor. Köpeğin korkusundan herkes girecek bir delik arıyor.
"Allah belasını versin, biz bunun ne olduğuna hiç akıl erdiremedik."
Böylece bu hikâye burada sona eriyor.