Sarıyüce, 1991.
Bir varmış bir yokmuş. İnsanoğlunun başından geçenler dağdan taştan daha çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer top oynarken eski hamam içinde. Cinler cirit mi atar develer hamamı doldurmuşken. Bülbüller şarkı mı söyler bahçeler güllerini soldurmuşken. O şuna, bu buna, çoban gitmiş koyuna. Bostancı girmiş karpuz ile kavuna derken efendim küçük bir köyceğiz varmış. Evleri güzelmiş ama sokakları pek darmış. Bu köyde Heçe ile Peçe adında bir karı koca yaşarmış. Yoksulmuş zavallıcıklar. Ne paraları varmış, ne pulları: Ne yeşilleri varmış, ne de alları: Heçe, elinde sopası, omuzunda azık torbası, köyün sığırını güdermiş. Karısı Peçe de evi silip süpürdükten sonra önünde yufka tahtası, elinde oklavası, onun bunun ekmeğini açıp pişirirmiş.
Hiç çocukları olmamış bunların. Çok yakarmışlar, çok gözyaşı dökmüşler Tanrıya. Gene de olmamış çocukları, gelip geçmiş çağları, yaşlanmışlar. Ama ümitlerini hiç kesmemişler. Yazgılarına küsmemişler. Yatıp kalkmışlar: “Yaratan yüce Tanrım, elbet bir gün bizim de dileğimizi oldurur, yüzümüzü güldürür, çıkmayan candan umut kesilmez” diye dua etmişler.
Bir gün Peçe’nin aklına nerden estiyse esmiş. Akşam kocası sığırdan dönerken daha eve girmeden yolunu kesmiş.
“Heçe” demiş.
“Buyur Peçe” diye karşılık vermiş kocası.
“Haberin olsun, yarın gün doğmadan yola düşüp padişaha gidiyoruz.”
“Padişaha mı gideceğiz? Nasıl gideceğiz? Biz yol bilmeyiz, iz bilmeyiz.”
Peçe kocasını dinlememiş bile, eve girmiş. Hemen ocağın başına oturmuş. Sac üstünde yağlı gözlemeler yapmış. Heybenin gözlerine doldurmuş. Sabahleyin daha güneş selâm vermeden, kargalar gak demeden düşmüşler yola. Birkaç adım uzaklaşınca Peçe durmuş:
“Buyur Peçe” demiş kocası.
“Alt tarafı dört gözleme götürüyoruz koca padişaha. Çok az değil mi? Elin günün içinde utançlı düşeriz sonra. Görgüsüz köylüler padişaha getire getire dört gözleme getirmişler derlerse yer yarılmalı ki yerin dibine geçelim.”
“Haklısın Peçe. Ama biz yoksuluz. Başka ne götürebiliriz ki?”
“Hani benim dokuduğum bir kilim var ya: Dal dal çiçekli, onu da alalım. Gözlemelerin yanında kilim yüzümüzü ağartır. Padişaha kusurumuzu bağışlatır.”
Kilimi almışlar, bismillah deyip düşmüşler yola. Beş on adım ya atmışlar ya atmamışlar. Peçe durmuş:
“Bu kilim de az görünüyor gözüme. Hani benim kuzu yününden kök boyalarıyla boyayıp renk renk, dal dal ördüğüm iki çift çorap var ya, onları da alalım. Belki padişahın ayağına giyecek çorabı yoktur. Çok makbule geçer.”
Çorapları da almışlar, düşmüşler yola, bakınmadan sağa sola, az gitmişler, uz gitmişler. Dere tepe düz gitmişler. Bir kırlıktan geçerken dalı kurumuş bir ağacın tepesinde hiç durmadan gak gak diye bağıran bir karga görmüşler. Peçe hemen dikilekalmış.
“Şu zavallı kargaya baksana! Çok aç olmalı. Hiç durmadan gaklayıp duruyor. Gel, gözlemeleri bu zavallıya verelim. Kilimle çoraplar padişaha yeter.”
Heçe sesini çıkarmamış. Peçe de gözlemeleri ağacın dibine koymuş. Aç karga yıldırım gibi atılmış üstüne. Yiyip bitirmiş.
Kargayı kendi halinde bırakıp gene düşmüşler yola. Az gide uz gide, yokuş gide düz gide, yol kıyısında arka ayaklarının üstünde çömelmiş bir köpek görmüşler. Köpek yel estikçe titreyip duruyor, çeneleri birbirine vuruyormuş. Peçe köpeğe bakmış, dikile kalmış gene. “Heçe” demiş.
“Buyur Peçe”
“Şu zavallı köpeğe bak! Bunun hali böyle ne olacak? Yel estikçe titriyor, gölge düştükçe büzülüyor. Bebek gibi sızlıyor. Gel kilimi köpeğin üstüne örtelim. Onu bu Allah’ın kırında bırakıp gidersek çok suçlu çıkarız ahret gününde.”
Kilimi de köpeğin üstüne örtmüşler, gene düzülmüşler yola. Az mı gitmişler, çok mu gitmişler, orasını bilen yok ya, bir tarla kıyısında bir tilkiye rastlamışlar. Koşup gidemiyor... Sanki ayakları ağrılı gibi üstüne basamıyor... Peçe tilkiyi görünce gene zınk diye duruvermiş:
“Heçe”
“Şu zavallı tilkiyi görüyor musun? Ayakları cıscıbıl... böyle giderse mümkünü yok yaşamaz. Ben ne diyorum biliyor musun? Gel, nakışlı çorapları da bu tilkiye giydirelim.”
Heçe uyaroğlu, şimdiye kadar karısına olmaz dediği mi var? İki çift çorabı da tilkinin ayaklarına giydirmişler. Arkalarına bile bakmadan gene düşmüşler yola. Bakınmadan sağa sola, günün birinde, hem de sabahın köründe dayanmışlar padişah kapısına. Kapıda bacada bir sürü uşak... Kapucu, kapucubaşı, çavuş, çavuşbaşı... Geçebilirsin geç, uçabilirsen uç... Kovulmuşlar, dövülmüşler, sövülmüşler, ama asla yüz çevirmemişler. “İlle padişahımızı göreceğiz” demişler de başka bir şey dememişler.
Azı karar, çoğu zarar. Sözü uzatmak neye yarar? Çıkmışlar padişah katına en sonunda. Bir iki kem küm ettikten sonra Heçe, çıkarmış ağzından baklayı:
“Padişahım!... Padişahım!... Sen koskoca bir padişahsın!... Bizler de Heçe ile Peçe’yiz! Yalvardık yakardık Allah’a, ama bugüne kadar bir çocuk sahibi olamadık. Şimdi geldik kapına ki, senden bir çocuk istiyoruz.”
Kızmamış padişah, kovmamış onları. “Allah’ın vermediğini ben nasıl vereyim” dememiş.
“Ne iyi etmişsiniz de gelmişsiniz” demiş. “Elbette böyle bir derdiniz varken kime gidecektiniz? En doğru işi yapmışsınız. Gönlünüz kararmasın hiç. Kapımdan eli boş dönecek değilsiniz.”
Bu sözler üzerine Heçe ile Peçe sevinçten uçmuşlar. Padişahın bir elini bırakıp öbürüne sarılmışlar. Padişah kaş göz etmiş adamlarına hamurdan yapılmış bir bebek getirmişler. Al yanaklı, kiraz dudaklı, sırma saçlı, cin cin bakan bir bebek...
Heçe ile Peçe, koymuşlar heybelerine bebeği, akıl bile edememişler Allah’a ısmarladık demeyi. Düşmüşler yola, bakınmadan sağa sola, öyle bir yürümüşler, öyle bir yürümüşler ki arkalarından atlı bile yetişemezmiş.
Gele gele bir çeşme başına gelmişler. Burada biraz mola verelim, iki yudum su içelim demişler.
Biraz dinlendikten, iki yudum su içip serinledikten sonra sırma saçlı bebeği çıkarmışlar heybeden. Bir Peçe basmış bağrına, bir Heçe. Bir Heçe öpüp koklamış, bir Peçe... Neden sonra:
“Heçe” demiş Peçe.
“Buyur Peçe” demiş kocası da.
“Bebeğimiz ne zaman yürümeye, konuşmaya başlar acaba?”
“Ne zaman olacak canım, bütün bebekler gibi önce emeklemeye başlar. Sonra ayağa kalkar. Sonra da çıt pıt konuşur.”
“Sahi gül bebeğimizin adını da sormadık. Tüh... şu akılsızlığımıza bak”
“Adını sormak mı geldi aklımıza? Sevinçten ağzı açık ayran delisine döndük.”
“Adsız duracak değil ya bebeğimiz? Adını biz koyalım.”
“Bilmem ki ne koysak? Aklıma hiçbir ad gelmiyor.”
“Baksana, bebeğimiz çok çıtı pıtı. Gel bunun adını Çıtıpıtı Hanım koyalım.”
Çıtıpıtı Hanım adı o kadar hoşlarına gitmiş ki bebeği havaya atıp düşerken tutmaya başlamışlar. Derken yere düşürüvermezler mi Çıtıpıtı Hanım’ı... Yerde bin parça...
Artık çığlığın ağıdın bini bir para. Ağlamışlar sızlamışlar, ama bakmışlar bunun bir yararı yok.
Çaresiz düşmüşler yola. Gele gele çorap giydirdikleri tilkiye rastlamışlar. Heçe ile Peçe yeniden koyulmuşlar ağıda:
Ah tilki, vah tilki,
Başımıza neler geldi?
Çıtıpıtı Hanım yere düştü,
Bin parça oldu zavallı.
Tilki de katılmış onların ağıdına, bir süre ağlayıp dövündükten, yumruklanıp devindikten sonra düşmüşler yola. Tilki de takılmış arkalarına.
Gide gide kilime sardıkları köpeğin yanına varmışlar. Gene bir ağıt bir tufan:
Ah köpek, vah köpek,
Bilir misin neler oldu,
Köpek de katılmış bu ağıda. Bir süre ağlayıp dövündükten, yumruklanıp devindikten sonra düşmüşler yola. Köpek de takılmış arkalarına.
Gide gide kuru ağaç dalında bıraktıkları kargaya gelmişler. Heçe ile Peçe, karga ile köpek, bir feryat da burada koparmışlar:
Ah karga, vah karga,
Bilir misin neler oldu?
Karga da katılmış ağıda. Bir süre ağlayıp inledikten, yüreklerinin acı sesini dinledikten sonra hepsi birlikte düşmüşler yola.
Bakınmadan sağa sola evlerine ulaşmışlar. Heçe ile Peçe, bir çocuk sahibi olamamışlar; ama kendilerine candan bağlı karga, köpek ve tilki sayesinde hiç yalnız kalmamışlar. Hiç sıkılmamışlar. Hep birlikte kocayıp geçmişler öbür dünyaya.
Onlar ermiş muratlarına. Gökten üç elma düştü. Anasını babasını üzmeyen çocukların başına.