Az Gittik Uz Gittik Hazırlayan: Pertev Naili Boratav
Az Gittik Uz Gittik
Hazırlayan: Pertev Naili Boratav
Bir varmış, bir yokmuş... Bir padişah varmış. Bu padişahın gayet güzel, akıllı bir kızı varmış. Kız her sabah yatağından kalkarmış, babasının odasına gider, onun elini öpermiş; babası da kızın iki yanağından öper, ona: "Hayırdır inşallah, ne rüya gördün?" diye sorarmış. Kız da rüyasını anlatırmış. Bu böyle yıllarca sürmüş, gitmiş...
Kız on beş yaşına gelmiş. Bir sabah gene babasına rüyasını anlatmış. Padişah, nedense gazaba gelmiş. Hemen lalasını çağırmış:
"Götürün bu kızı, başını kesin, kanlı gömleğini de bana getirin!" diye emir vermiş. Bütün vezirler padişahın ayaklarına kapanmışlar, yalvarıp yakarmışlar ama padişahı kararından döndürememişler.
Lala yanına iki cellat almış, kızı öldürmeye götürüyorlar artık.
Lala kızı çok severmiş. Saraydan çıkarken yükte hafif, pahada ağır nesi varsa almış, bunlarla belki kızı kurtarırım, diye.
Bunlar bir dağın başına varıyorlar. Lala cellatlara:
"Aman, ne olursunuz, sultanı bana bağışlayın. İşte benim kırk yıllık alnımın teri, elimin emeği, neyim varsa hepsini size vereyim. Gelin bu kıza kıymayalım."diyor. Ama cellatlar:
"Hayır, biz padişah hayını değiliz. Padişahın emrini yerine getireceğiz." diyorlar. Kız da onların ayaklarına kapanıyor.
"Bakın, bu kadar mücevherlerim var, bunları alın, beni azat edin."diyor. Cellatlar gene:
"Biz padişah hayını değiliz." diyorlar, bir yandan da bıçaklarını biliyorlar. Kızın karşısına geçip bıçaklarını indirecekleri sırada, kız çarşafını açıyor; yüzü meydana çıkıyor, dünya güzeli. Cellatların elleri yanlarına düşüyor:
"Aman sultanım! Biz sana kıyamayacağız." diyorlar. Hemen orda bir tavşan buluyorlar, onu kesip gömleği onun kanına buluyorlar. Sultanı dağ başında bırakıp gidiyorlar.
Kız lalasının elini öpüyor, o da onun gözlerinden öpüyor: "Haydi kızım. Allah senin yardımcın olsun." deyip o da ayrılıyor. Kız bir ağacın altına oturuyor, ağlamaya başlıyor: "Yarabbi! Ben nereye gideyim?" diyor. Orada uykusu geliyor, uyuyor.
O sırada şıkır şıkır, bir atın nal sesleri geliyor kulağına. Gözünü açıp baksa ki bir derviş. Derviş ona:
"Kızım, sen burada ne yapıyorsun?" diyor. Kız, başına gelenleri olduğu gibi anlatıyor. Derviş: "Benim dünya, ahiret evladım olur musun?" diyor.
"Olurum." O zaman derviş, kızı atının terkisine bindiriyor. "Yum gözünü." diyor. Kız gözünü yumuyor... Sonra açınca kendini büyük, virane bir konağın önünde buluyor. İçeri giriyorlar. Odanın birinde bir pösteki, bir tespih. Derviş kırk bir tane anahtar çıkarıp kıza veriyor.
"Kırk bir odanın kırkını açarsın, yalnız şu odayı açmazsın." diye tembih ediyor. Bir de odalardan birinde bir dolap gösteriyor:
"İstediğin vakit bu dolaba gir. Gülboy Dadı, Gülboy Dadı, diye çağır. Dolaptan Gülboy Dadı sana ne istersen verir." diyor. Derviş bunları söyledikten sonra çıkıp gidiyor.
Kız oturuyor, oturuyor. Karnı acıkıyor. Dolabı açıp: "Gülboy Dadı, Gülboy Dadı! Karnım acıktı."diyor. Bir de ne baksın, dolabı tekrar açınca içinde ağzına layık, çorbasıyla, tatlısıyla mükemmel yemekler. Onları alıp güzelce karnını doyuruyor. Sonra kapları dolaba koyuyor... Artık bu işi öğrenmiş ya her gün ne lazım olursa onu istermiş dolaptan. Bir gün bir süpürge istiyor, kırk odayı güzel temizliyor, döşüyor, dayıyor... Her işi bittikten sonra, evin içinde gezip eğleniyor.
Böylece günler geçiyor. Bir gün: "Aman! şu kırk birinci odayı da açayım, orasını da temizleyeyim." diyor. Kapıyı açıyor, bakıyor, orası da kirli, tozlu bir oda. Bir tarafta bir pencere var, oradan dışarıya bakıyor: Gözünün görebildiği kadar bir tarla... Herkes çift sürmekte, tohum atmakta. Kız: "Oh, iyi ki geldim! Burada bir insan yüzü gördüm hiç olmazsa." diyor. Bir sandalye alıp pencerenin önüne oturuyor. Karşısında bir ağaç varmış. Ağacın üstüne bir papağan geliyor. Bu papağan kıza gözünü dikiyor, dikkatli dikkatli bakıyor, sonra da:
"Deli kız, deli kız! " diyor. "Seni Derviş Baba beliyor, besliyor, sonra çıtır çıtır yiyecek." Kız bu sözü papağandan işitince başından vurulmuşa dönüyor. Hemen pencereyi kapatıyor. Oradan çıkıp kendi odasına gidiyor. İki gözü iki çeşme akşama kadar ağlıyor.
Akşam oluyor. Derviş Baba geliyor:
"Kızım, ne oldu? Hasta mısın?" diye soruyor.
"Hasta değilim."
"Peki, neden kederli duruyorsun?"
"Sen beni beleyip besleyip çıtır çıtır yiyecekmişsin. Onun için çok ağladım, üzüldüm."
Derviş Baba gülüyor: "Bunu sana kim söyledi kızım." "Papağan söyledi."
"Ben sana o odayı açma diye tembih etmedim mi? Neden açtın?" "Babacığım, beni affet... Canım sıkıldı da. Şu odayı da açayım, temizleyeyim." demiştim.
"Peki, diyor Derviş. Yarın daha güzel elbiselerini giyin git, pencerenin önüne otur. Papağan gene sana o sözleri söylerse sen de ona de ki: ' Deli papağan, deli papağan! Derviş Baba'm beni beliyor, besliyor, senin Küçük Bey'ine vermek için..."
Kız ertesi gün gene pencerenin önüne oturuyor. Az sonra papağan geliyor o dalın üstüne:
"Deli kız, deli kız! Seni Derviş Baba'n beliyor, besliyor, çıtır çıtır yiyecek." diyor. Kız da diyor ki:
"Deli papağan, deli papağan! Derviş Baba'm beni beliyor, besliyor, senin Küçük Bey'ine vermek için."
Bu sözleri duyunca papağan "Cak!" demesiyle yarı tüyünü döküyor, bırakıp gidiyor.
Kız artık her gün gelip pencerenin önüne oturur, papağan da ağaca konarmış; aynı konuşmayı tekrar ederlermiş. Kızın her karşılık verişinde papağan bir parça tüyünü daha dökermiş. Artık öyle bir hâle gelmiş ki üstünde beş altı tüyü kalmış.
Meğerse o papağan Yemen padişahının çok kıymetli bir kuşu imiş.
Oğlan: "Benim kuşuma ne oluyor?" diye düşünür, üzülürmüş. Artık meraktan çatlayacak hâle gelmiş.
Bir gün şehzade kuşun arkasından gidiyor, gelip ağacın dibine gizleniyor. Bakıyor ki bir pencere açılıyor karşıki evde. Kuş da ağacın dalına konmuş. Şehzade başını kaldırıp pencereye bakınca ne görsün, ayın on dördü gibi bir kız. Papağan bir şey söylüyor, kız bir şey söylüyor. Papağan "Cak!" demesiyle üzerinde kalan beş altı tüy de dökülüyor. Papağan uçup gidiyor. Oğlanın gözü pencerede, neye uğradığını bilemiyor. Kıza âşık oluyor. Ordan eve geliyor. Artık o günden sonra, yemiyor, içmiyor, hep düşünceli. Annesi, Valide Sultan soruyor:
"Oğlum, sende bir hâl var? Ne düşünüyorsun? Neye üzülüyorsun?" Oğlan: "Hâlükeyfiyet böyle, böyle. Şu karşıda, eski viran konağın penceresinde bir kız var. "Cin mi, peri mi, insan mı?" bilmiyorum. Papağan ona, o papağana bir şeyler söyledi. Üzerinde kuşun üç beş tüy vardı, o da döküldü. Ben neye uğradığımı bilemedim, o kıza canıgönülden âşık oldum. O kızı bana almazsanız mutlak ölürüm." diyor. Annesi oğlana ne söylese kulağına girmiyor. Bakıyor ki başka çare yok, Valide Sultan "Peki." diyor, kızı istemeye gidecek. Şimdi ana oğul kıza ne hediye götüreceklerini düşünüyorlar. Hazineye iniyorlar, orada bir çift kıymetli bilezik seçiyor oğlan:
"Bunu götür, anne."diyor. Valide Sultan:
"Aman oğlum, onu alacağın kıza el öpmelik diye saklıyordum."
"Aman anne, el öpmelik başka bir şey bulunur. Bunu hediye olarak götür."
Onlar orda hazırlanadursunlar. Biz gelelim. Derviş Baba'ya.
"Kızım, diyor Derviş, burası Yemen padişahının memleketi. Onun oğlu için seni görmeye gelecekler. Geldikleri vakit şöyle yap, böyle yap."
Kız, Derviş Baba'nın dediklerini dinliyor; "Peki." diyor. Kalkıyor, dolabı açıyor. Derviş Baba'nın tembihlerini Gülboy Dadı'ya tekrarlıyor. Akşam oluyor. Kız yatıyor, uyuyor.
Ertesi sabah kalkıyor, bakıyor ki tekmil konak baştan aşağı döşenmiş. Sokak kapısından orta kata kadar kırk harem ağası dizilmiş, orta kattan kızın üst kattaki kapısına kadar da kırk halayık, birbirinden güzel. Oda kapısında da Gülboy Dadı duruyor. Kızın odası, bütün kırmızılarla döşenmiş.Kıza bir kat elbise konmuş, yakutla işlemeli bir taht kurulmuş. Kız elbiselerini giyiyor, tahta geçip oturuyor. Biraz sonra kapının önüne arabalar gelip dayanıyor. İçinde Valide Sultan iki halayıkla çıkıyor. Sokak kapısından içeri girer girmez, harem ağasına:
"Hanım nerde? Hangi dairede?" diye soruyor. O da kabaca:
"Çıkınız. Yukarı katta..." diyor. Ordan orta kata çıkıyorlar. Orda da halayıklar kabaca yol gösteriyorlar. Yukarı katta, Gülboy Dadı:
"İşte şu odada." diye kızın yerini gösteriyor. Valide Sultan odaya giriyor. Bir de ne görsün, gerçekten dünya güzeli bir kız. Bakanın gözleri kamaşır. Kız hiç oralı değil, ayak ayak üstüne atmış, tahtın üstünde oturmuş.
"Selamünaleyküm kızım." diyor Sultan Hanım.
"Aleykümselam..." O kadar... Gelenler bir kenara oturuyorlar. Valide Sultan mahfazayı açıyor, içinden bilezikleri çıkarıyor:
"Kızım, diyor, oğlum selam söyledi. Bunları, size layık olmayarak gönderdi." Oğlum Yemen padişahının oğludur." Kız gülümsüyor:
"Gülboy Dadı, Gülboy Dadı!" diyor.
"Emret Sultanım."
"Hapil'imle Kopil'imi getir."
Gülboy Dadı çıkıyor. Biraz sonra iki fino köpeğiyle dönüyor. Kız elindeki kırbacı sallayarak köpeklerle oynamaya başlıyor. Köpekler de birbiriyle oynarken birinin boynundaki tasma kırılıveriyor. Gülboy Dadı:
"Sultanım, vah vah! Tasma kırıldı..." diyor. Tasmalar da mücevher kakmalı imiş. Kız eline alıyor kırık tasmayı, evirip çeviriyor. Sonra da köpeğe: "Seni yaramaz, seni." diyor da kırık tasmayı pencereden atıveriyor.
"Gülboy Dadı, diyor, şu mahfazayı ver bakalım."
Mahfazayı alıp açıyor. Bileziği köpeğin boynuna takıyor.
"Ha, iyi uydu dadıcığım." diyor. Hemen öteki köpeğin boynundakini de çıkarıp pencereden atıyor; öbür bileziği de onun boynuna takıyor. Kızı istemeye gelen Valide Sultan bütün bunları görüp işitince başından vurulmuşa dönüyor. Artık daha fazla oturamıyor orda, kalkıp gidiyor.
Şehzade de evlerinin kapısının önünde annesinin gelmesini dört gözle beklermiş. Annesinin geldiğini görünce:
"Aman anneciğim, ne haber?" diyerek annesinin ellerine sarılıyor. Kadıncağız:
"Aman dur oğlum! Sinirlerim bozuldu." deyip kendini bir köşeye atıyor: "Oğlum, kız gerçekten de güzel, söylediğinden on kat güzel. Ama öyle terbiyesiz ki tarif edemem. Sade kendisi değil, adamları da terbiyesiz."
Annesi olanı, biteni eksiksiz anlatıyor. Şehzade:
"Zarar yok anneciğim. Yarın bir daha git. Belki bu defa iyi karşılarlar." diye yalvarıyor.
Ertesi gün, hazinede pırlantalı bir taç varmış. Şehzade onu seçer hediyelik. Annesi:
"Aman oğlum, bunu ben gelinim olacak kıza yüz görümlüğü diye saklıyordum." derse de gene oğlana söz dinletemez. Valide Sultan, pırlantalı tacı alıp Derviş Baba'nın konağının yolunu tutar.
Öte tarafta kız, aynı bir gün önceki gibi hazırlanır. Bu defa elbise beyaz, taht beyaz, tekmil pırlantalarla bezenmiş. Kız tahta kurulmuş. Valide Sultan gelir Derviş Baba'nın konağına. Onu uşaklar, harem ağaları, cariyeler tıpkı bir gün öncesi gibi terbiyesizce karşılarlar. Kızın odasına girince Sultan Hanım şöyle bir köşeye bir sığıntı gibi oturtulur. Hemen mahfazayı açar, kıza:
"Oğlumun selamı var. Size layık olmayarak bunu gönderdi." der. Kız hiç sesini çıkarmaz. Az sonra bir el çırpar, Gülboy Dadı'yı çağırır:
"Dün sahanlardan birinin kapağının kaybolduğunu söylüyordun. Getir bakalım, şu ona kapak olacak mı?" der. Sahanı getirirler. Bakarlar, taç sanki ona göre yapılmış bir kapak.
"Memnun oldum, der. Sahan kapaksız kalmadı, takım bozulmadı.
Valide Sultan gene süklüm püklüm kalkar gider. Eve döndüğünde olanı biteni oğluna anlatır.
"Zarar yok anneciğim. Hediye bir işe yaramış. Yarın gene git, bu işi sonuna eriştir." diye yalvarır şehzade.
Ertesi gün hazinede gayet kıymetli, güzel işli bir Kelamıkadim varmış, onu seçerler hediyelik.
Bu sefer Derviş Baba da yeni baştan emirler vermiş. Ev tekmil yeşil döşendiği gibi kız da yeşiller giymiş; taht yeşil. Valide Sultan gelince sokak kapısı ardına kadar açılır. Harem ağaları Sultan Hanım'ın koltuğuna girerler. "Safa geldiniz!" diyerek onu yukarıya çıkarırlar. Orda halayıklar, "Buyurun, buyurun!" diye karşılar. Kızın oda kapısında Gülboy Dadı etekler öperek karşılar, Kelamıkadim'i alır Valide Sultan'ın elinden. Kız tahtından inerek misafirleri kapısının önünde karşılar, köşeye oturtur. Hâl, hatır sorar. Kelamıkadim'i dadının elinden alır, öper, yüksek bir yere koyar. Biraz sonra Valide Sultan:
"Kızım, ben seni Allah'ın emriyle oğluma istemeye geldim. Oğlum da bir evin bir oğlu. Yarın babasına bir hâl olursa tahta geçip padişah olacak. Bilmem ne dersin?" der. Kız:
"Sultan Hanım! benim Derviş Baba'm var, ona sormadan size bir cevap veremem. Unutmazsam akşam sorarım..." "Aman kızım, sakın unutma."
"Bakın bu kadar gaile benim başımda. Belki unuturum." der. Kadın tekrar tekrar yalvarır, Derviş Baba ile konuşması için. "Allaha ısmarladık." der, çıkar gider. Valide Sultan eve varınca oğluna güler yüzle: "Bugün pek iltifat gördüm." der ve olanları anlatır. Ertesi gün Sultan Hanım kalkar, konağa gider. Gene saygı ile karşılanır. "Kızım, konuştun mu Derviş Baba'nla?" der.
"Söyledim; üç şartla teklifinizi kabul ediyor: Birincisi, oğlunuz iç güveysi girecek; ikincisi, onun bir papağanı varmış, onu kesecek . Kadıncağız düşünmeye başlar:
"Kızım, bizim biricik oğlumuz, nasıl içgüveysi verelim? Sonra, papağanı da çok kıymetlidir, onu nasıl feda eder?" Kız da der ki:
"Bunlar olmazsa bir daha zahmet edip gelmeyiniz."
Kadın kalkar, gider. Şehzade gene kapının önünde annesini beklermiş.
"Aman anneciğim, ne haber?"
"Oğlum, öyle şartlar ki yapılması kabil değil."
"Yapılmayacak neymiş? Söyle bakalım."
Annesi şartları birer birer söyler.
"Anne bunda yapılmayacak ne var? İçgüveysi girince ölecek değilim ya. Papağan da bir kuş değil mi? Feda olsun..."
Artık ertesi gün düğün başlar. Kırk gün kırk gece sürer. Kırk birinci gün gelin telli duvaklı kapıda bekler. Derviş Baba dolabı açar, oradan bir altın leğen çıkarır. Papağanı keser (...) Dolaptan iki tane de kurna çıkarır. Birini bir köşeye, ötekini bir köşeye yapıştırır. Kurnaların her birinin üst başına papağanın kanından birer parmak sürer: Başlar o zaman kurnanın birinden altın, ötekinden gümüş akmaya.
"Kızım, der geline, buraya gelip "Allah rızası için." diyene bir kepçe altın, "Habibullah ruhu için." diyene bir kepçe gümüş verirsiniz." Sonra ikisinin de arkasını sıvar: "Mesut olunuz evlatlarım. Benim vazifem bu kadardı. Bir daha beni göremezsiniz." der, kaybolur.
O zaman kız, duvağını bir tarafa atar, saçını başını yolar. "Aman benim Derviş Babacığım!" diyerek ağlayıp çırpınmaya başlar.
Neyse aradan zaman geçmiş, hepsi unutulmuş. Şehzade ile karısı mesut ya-şarlarmış. Artık her pazartesi sarayın kapıları açılırmış. Kız bir köşeye perde gerer oturur, oğlan da bir köşeye; gelenlerden "Allah rızası için." diyenlere bir kepçe altın, "Habibullah ruhu için..." diyenlere bir kepçe gümüş verirlermiş. Öyle olmuş ki o memlekette hiç fukara kalmamış. Herkes kapısının eşiklerini gümüşten, kapılarını altın kaplamadan yaptırmış.
Bunlar orda yaşayadursunlar, biz gelelim İstanbul padişahına. Mısır sultanı İstanbul padişahına bir büyük harp açmış. Senelerce devam etmiş bu harp. Bir gün İstanbul padişahı lalasıyla hamama girmişler. Onlar hamamda iken Mısır ordusu İstanbul'u basmış, padişahı aramaya başlamışlar. Padişah lalasıyla hamamdan çırılçıplak kaçmış. Her ikisi, lalanın kızı bırakmış olduğu dağa doğru yollanmışlar. Köy köy, memleket memleket gezmişler. Dilene dilene bir köye gelmişler. O köyde birisi demiş ki:
"A baba! Buralarda ne dilenip duruyorsunuz? Şurada, şu kadar günlük ötede bir şehir var. Orada bir sultanla bir şehzade oturmuşlar, 'Allah rızası için.' diyene bir kepçe altın, 'Habibullah ruhu için.' diyene bir kepçe gümüş veriyorlar. Oraya gidin."
Padişahla lalası kalkıp o memlekete gidiyorlar. Saraydan içeri giriyorlar. Kız babası ile lalasını tanıyor. Hemen emir veriyor:
"Çabuk bunları hamama götürünüz. Birisine padişah elbisesi, ötekine de vezir elbisesi giydirip buraya getiriniz."
Padişahla lalası korkudan titremeye başlıyorlar: "Acaba bize ne yapacaklar?" diye.
Uşaklar bunları hamama götürüp yıkadıktan sonra giydirip kızın odasına getiriyorlar. Hemen Sultan Hanım perdenin arkasından çıkıyor, şehzadeyi işaretle yerinden indiriyor. Lalasının ellerine sarılıyor, ellerini öpüyor.
"Bu benim velinimetim lalamdır, diyor şehzadeye; bu da gururuna kapılmış bir padişahtır ve benim babamdır. Ben bir rüya görmüştüm: Babam tahtından inmiş, çok sefalete düşmüş, sonra benim sayemde gene memleketinin padişahı olmuştu rüyamda. Ben bunu kendisine anlatınca gazaba geldi, beni cellatlara teslim etti, öldürülmeme emir verdi. Lalam beni öldürmek için dağ başına götüren cellatların ayağına kapandı, kırk yıllık emeği mahsulü, varını yoğunu onlara verdi, beni azat ettirdi. Ben ölünceye kadar lalama minnettar kalacağım. Ama, bu da babamdır, elbette onu da affetmem gerekir." Sonra gene şehzadeye:
"Şimdi senden ricam şu ki: Bir ordu yollayıp İstanbul'u düşmanların elinden kurtarasın ve babamı tahtına sahip edesin."
Yemen padişahı hemen emirler veriyor, bir ordu toplanıyor. İstanbul az zamanda Mısırlıların elinden kurtarılıyor.
İstanbul'un eski padişahı, kızının rüyasında gördüğü şeylerin gerçekleşmesine karşı, ona kendini nasıl affettireceğini bilemiyor.
"Ah kızım! Ben büyük hata etmişim." diyor. Ona, damadına veda edip İstanbul'a dönüyor, tahtına geçip oturuyor.
Onlar orda, bunlar burda, ölünceye kadar mesut yaşıyorlar.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.