En Güzel Türk Masalları. Hazırlayan: Gani Yener.
En Güzel Türk Masalları.
Hazırlayan: Gani Yener.
Vakti zamanında bir padişahın üç oğlu varmış. Bu padişah sağlığında çocuklarına vasiyet ederek, bunların büyüğüne, "Sarı tüylü mavi gözlü adamla konuşma." deyip bir sandık altınla bir de at verir. Ortancasına, "Köse ile görüşme." diyerek bir yular verir. Küçüğüne de "Cüce adamla muhabbet etme." diyerek bir çift üzengi verir.
Aradan bir zaman geçtikten sonra da eceli gelip ölür. Şehzadeler kendi başlarına kalırlar.
Günün birinde sarı tüylü, mavi gözlü bir adam saraya gelip büyük şehzadeye, "Ah şehzadem! Sen beni ne çabuk unuttun? Baban sağ iken her vakit bana para verirdi, ben de onun sayesinde geçinirdim. Baban öldü, sen kaldın. Benim böyle parasız pulsuz gezmem senin şanına yakışır mı?" der.
Şehzade de bakar ki soytarının biri, babasının vasiyetini unutup bunu yedirir, içirir, sarayına yerleştirir.
Ertesi gün olunca bu sefer de ortanca şehzadeye bir köse gelir, "Aman şehzadem! Aç kaldım, ocağına düştüm." diyerek babasının vasiyetini hiçe sayan şehzadeyi kandırır, o da saraya yerleşir.
Üçüncü gün küçük şehzade çarşıda gezinirken bir cüceye rast gelir. Cüce şehzadeyi görünce "Aman şehzadem, bana merhamet et, zira aç kaldım. Hiçbir iş yapmaya gücüm yetmez." diye yalvarmaya başlar.
Cücenin hâli şehzadeye pek dokunur, ona saraya gitmesini söyler.
Cüce de saraya varıp sarı tüylü mavi gözlü adamla kösenin yanına yerleşir. Üçü birlikte yerler, birlikte içerler, birbirleriyle arkadaş olurlar, şehzadelere her gün türlü türlü soytarılıklar yaparak onları eğlendirirler.
Şehzadeler bu üç adamın yaptığı soytarılıklardan öyle hoşlanırlar ki bunları yere göğe koymaz, gece gündüz yedirip içirir, kendileri de hiçbir işe bakmaz olurlar.
Hazıra dağ dayanmayacağı için bu üç adam böyle har vurup harman savurarak kısa zamanda büyük şehzadenin bir sandık altınını tüketirler. Şehzade parasız kalınca ne yapsın? İster istemez atını pazara çıkarıp satmaya kalkar. Tam pazara giderken sarı tüylü adam yanına gelip "Şehzadem, nereye gidiyorsunuz?" diye sorar.
Şehzade de "Nereye gideceğim? Bir sandık altını yedik bitirdik, kaldık parasız. Elimize birkaç altın geçirebilmek için atı satmaya gidiyorum." diye cevap verir.
Sarı tüylü adam "Şehzadem, bu atı satıp da ne yapacaksın? Onu satacağına bana kırk tane yalan söylersin ben de sana yirmi bin kuruş veririm." der.
Şehzadenin "Ben yalan söylemeyi beceremem, bana böyle bir şey öğretmediler." demesi üzerine sarı tüylü adam atı kaptığı gibi kaçar gider, şehzade de onun arkasından bakakalır. Ne yapsın? Oradan tekrar dönüp saraya gelir. Gelir ama, sarayda ne yiyecek var ne içecek. Bu sefer ortanca şehzade babasının verdiği yuları sırtına vurup pazarın yolunu tutar. Yolda giderken önüne köse çıkar. O da sarı tüylünün dediği gibi "Söyle bana kırk yalan, sana yirmi bin kuruş vereyim." der.
Şehzade ona yalan bilmediğini söyler, köse de şehzadenin elinden yuları kaptığı gibi kaçar gider. Şehzadenin ağzı açık kalır, o da ağabeyi gibi boş elle döner saraya.
Bu defa iş küçük şehzadeye kalır. O da babasının verdiği üzengiyi alıp pazara gider. Yolda cüceye rast gelir. Cüce bunu görünce "Aman şehzadem, nereye gidiyorsun?" diye sorar.
Şehzade olup bitenleri cüceye anlatınca cüce "Şehzadem, söyle bana kırk yalan, sana hem yirmi bin kuruş vereyim hem atı hem yuları hem de üzengiyi" der.
Şehzade "Canım, ne bileyim ben yalan nasıl söylenir? Bak, benim başımdan neler geçtiğini sana hikâye edeyim. Dün saraydan çıktım, yolda giderken bir adam çıktı karşıma dedi ki: 'Şehzadem, müjde isterim, anan dünyaya geldi!' Ben de düşündüm taşındım, hiç böyle şey olur mu diye inanmadım ama belki sahidir diyerek hemen elimi koltuğuma götürdüm, bir cevahir çıktı, o adama verdim gitti. Biraz daha yürüdüm, yine bir adam çıktı karşıma 'Oo şehzadem, müjde isterim' dedi, ben de 'Ne var?' diye sorunca 'Baban doğdu!' diye haber verdi. Yine düşündüm, inanmadım ama sahidir diyerek tekrar elimi öbür koltuğuma soktum, bir cevahir çıktı, onu da bu adama verdim gitti."
"Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, sonunda bir pazara vardım, baktım ki bir bozacı bir çuval darı almış, bana dedi ki: 'Al bu darı çuvalını da götür dükkâna.' Baktım çuval ağır, götüremeyeceğim, param da yok bir araba tutayım, yine saldım elimi koltuğuma, bir horoz çıktı. Bozacının darısını horozun sırtına yükledim. Horozla beraber geldik bozacının dükkânına. Baktım ki çuvaldan horozun sırtı yara olmuş. Biraz şeftali yaprağı ile kireç karıştırdım, horozun sırtına sürdüm. O gece ben de dükkânda yattım."
"Sabahleyin kalktım, bir de baktım ki horozun sırtında bostan yetişmiş. Çıkardım bıçağımı, kestim bir karpuz. Derken bıçağım karpuzun içine düştü. Ben de bıçağı aramak için girdim karpuzun içine, baktım ki üç tane kazan duruyor. Birinin kenarı kırık, birinin ortası delik, birinin dibi yok. Kestim horozu, kenarı kırık kazanda haşladım, ortası delik kazanda pişirdim, dibi yok kazanda da yedim." deyince, cüce bundan daha baskın bir yalancı olamayacağını kabul edip hem atı hem yuları hem üzengiyi hem de yirmi bin kuruşu şehzadeye verir.