Ahmet Ağaoğlu
Bu eser Malta esâreti esnasında 1919 senesinde yazılmıştır. Osmanlı Türkçesi Metinleri-I, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2718, Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1681.
Bu eser Malta esâreti esnasında 1919 senesinde yazılmıştır.
Osmanlı Türkçesi Metinleri-I, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2718, Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1681.
Medeniyet gibi soyut kavramları ifade eden terimlerden kast olunan manalar öncelikle netleştirilmezse herkes o kavramları kendi anlayış ve fikrine göre kabul eder ve konu yanlış anlamalardan uzak kalmaz. Buna meydan vermemek ve neden bahs etmek istediğimizi ifâde için okuyuculara medeniyet tabirini hangi anlamda kullandığımızı açıklamayı uygun bulduk.
Medeniyet (civilisation) tabiri çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Biz bu tabiri zannımızca bütün tarifleri kapsayan ve bu kelimeye en geniş manayı veren ‘hayat tarzı’ anlamını vermeyi kabul ediyoruz. Şöyle ki: Medeniyet demek ‘hayat tarzı’ demektir. Yalnız ‘hayat’ kelimesini en geniş anlamıyla almalıdır. Hayatın bütün boyutlarını maddi ve manevi bütün işlerini o kavram içine almalıdır. O halde medeniyet, düşünüş ve araştırma tarzından başlayarak giyinme şekline kadar hayatın bütün yansımalarını içine alır. İşte medeniyet bu manada alındığı hâlde medenî insan cemiyetlerinin başlıca üç ‘tarz-ı hayat’ veya üç ‘medeniyet’ arasında sınıflandırıldığını görürüz: Tabiî bu taksim mutlak değildir. Muhtelif medeniyetler arasında birer Çin Seddi gibi duvarlar olduğunu düşünmek doğru olamaz. Aralarında aşağıda görüleceği yönüyle birçok temaslar iç içe geçmeler, karşılıklı münasebetler mevcuttur. Taksim ve tasnif yalnız ana hatlara, görünür özelliklere bir medeniyetin kendi sistemine dair özel örneklere aittir.
Şimdi bu üç medeniyetten ihtiva ettikleri insan nüfusunun adedi bakımından en mühimi Budda-Brahma medeniyetidir ki, tahminen sekiz yüz milyonluk büyük bir topluluğu içine alır. Ve kapsadığı alan Hindistan, Hind-i Çini, Çin, Kore, Japonya’dır. Yine aynı açıdan ikinci derecede mühimi garp veya Avrupa medeniyetidir ki, Avrupa, Amerika, Avusturalya’yı ihtiva eder. Gerek târih gerek nüfus adedi itibârıyla en sonuncusu da İslam medeniyetidir ki, Afrika’yı hemen tamamını ve Asya ile Avrupa’nın bir kısmını içine alır.
Bu muhtelif medeniyet zümrelerinden herhangi birisinin kapsadığı sahaya dikkatlice bakıldığı zaman, içine almış olduğu kavimlerin çokluğuna, kan, cins, renk ve lisan ihtilaflarına rağmen bazı müşterek ve genel özelliklerin mevcut olduğu görülür. İşte bu müşterek özellikler o medeniyetin esasını, ruhunu, mahiyetini oluşturur. Onu başkalarından ayırır. Mesela sıradan bir insan İstanbul’dan kalkıp Marakeş’e, El- cezire’ye, Kahire’ye, Mekke’ye, Şam’a, Bakü’ye, Tahran’a, Şiraz’a, Kâbil’e, Lahur’a, Kelkite’ye ve Semerkand’a gitse bu şehirlerin hiçbirinde kendini tamamen yabancı hissetmez. Hiç olmazsa yanı başındaki Sofya, Atina vesaire deki kadar kendini başka bir muhitte, başka bir iklimde görmez. Kendini az çok alışmış olduğu levhalar ve şekiller, hareketler ve tavırlar arasında görür. İnsanların giyiniş tarzları, geçim şekilleri, adet ve alışkanlıkları az çok onun kendi evinde alıştıklarına benzer. Aynı sarık, aynı aba, kadınlarda aynı kapalılık hali, aynı camiler, ibadetler, aynı ezan, aynı dualar vesaire. Bu benzerlik yalnız görünüşte kalmaz. İçe, hayatın iç tarafına, insanların ruh hallerine anlayış tarzlarına, zihniyetlerine kadar varır. Hatta bununla da kalmaz, daha ileri varır: Zihniyetlere, zekalara, zekayı ilgilendiren konulara kadar uzanır! sıradan bir İstanbullu sıradan bir Marakeşli’yi, bir Kâbilli’yi bir Kelkiteli’yi kendi gibi düşünür. Kendini meşgul eden konularla ilgilenir, onları aynı şekilde anlar ve görür.
Diğer medeniyet zümrelerine mensup olanlar arasında da aynı durum mevcut olur. Mesela bir Romalı, Paris’te, Viyana’da, Berlin’de, Londra’da, Washington’da kendini öz muhitinde gibi hisseder. Aynı şekilde bir Japonyalı da Kore’de, Pekin’de Tibet’te kendini yabancı hissetmez. İşte bir medeniyet topluluğuna mensup olan kavimler arasındaki şu genel ve ortak konulardır ki o medeniyetin esasını, iç yüzünü gösterir.
Yukarıda yazıldığı şekliyle bu özelliklerin bir kısmı maddi ve diğer kısmı manevidir. Maddi kısım mesela elbiselerin şekli binaların taksimatı, ibadet ve ayinlerin yapılış şekli vesaireden ibarettir. Maddi kısım ise düşünme ve duygulara ait olduğundan alanı daha genişdir. Genel olarak denilebilir ki her medeniyetin kendine göre müşterek bir düşünce biçimi, bir zekâsı vardır. Adeta bir bilince sahiptir. Aynı şekilde her medeniyetin bir kalbi vardır, bir hissetme tarzı vardır. Ve bunun üzerine ortak bir ahlâka, bir kıymet duygusuna, müşterek bir hayır ve şer, güzellik ve çirkinlik anlayışlarına sahiptir.
İslâm âlemini geziniz, ne garip hallere tesadüf edersiniz. Aralarında binlerce kilometrelik mesafe bulunan, cins, lisan ve renk bakımından bir diğerine tamamen yabancı olan ve yüzeysel bir irtibattan mahrum bulunan kavimlerin fertlerini aynı zihniyeti, aynı ruhani halleri taşıyan aynı meseleler, bahisler ile meşgul hareketler ve olaylar hakkında aynı tarz anlayışları taşır, aynı hükümleri verir görürsünüz. Güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük bunların arasında hemen aynı tarzda algılanır. Bu hal uzun ve müşterek bir bilinç faaliyetinin, müşterek bir hissediş tarzının, ortak ve genel faktörlerin birbirini takip eden etkileri ile ortaya çıkmış bir hadisedir. İslâm aleminde en faal ve etkili bir faktör olan din, müşterek olduğu gibi, bir zamanlar pek faal olan zekâ ve kalbin de muhtelif yansımaları, ortak bir ürün halini kazanıyordu. O zamanlar İslâm âleminin herhangi bir tarafında yazılmış bir eser, matbaa sanatının yokluğuna rağmen sırf el yazısı ile kaleme alınarak hayret edilecek bir süratle bütün İslam alemine yayılıyor ve birkaç ay sonra bu alemin en uzak köşelerinde okunarak fikirlerin ve hislerin birliğine vesile oluyordu! O zamanın alimleri arasındaki ilgiyi, haberleşmeyi, fikir alışverişlerini gözlemlerken hayret etmemek mümkün değildir. İbn-i Sînâ’nın Orta Asya’da yazdığı eserler garip bir süratle Afrika’nın kuzeyinde hararetli tartışmaları gerekli kılıyor. Fas’ta doğmuş, Nişabur’da terbiye ve talim edilmiş olan İbn-i Sabbâh’ın faaliyet sahası Suriye ve Horasan’dır. Harun’un, Me’mûn’un, Mahmud Gaznevî’nin, Melik-şah’ın, Hülâgû’nun ve sonraları Emir Timur’un başına İslam aleminin her tarafından alimler, edebiyatçılar toplanıp âdetâ bir tür akademi oluşturuyorlardı. Osmanlı sultanlarının sarayları, Afrika ve Asya’nın en uzak köşelerinden gelmiş âlimlerin toplanma yeri idi; aslen Hîve’de doğmuş birisi Anadolu’da kadılık, müftülük yapıyor, Farsça ve Arapça yazılmış edebî eserler aynı hızla yayılıyor ve bütün İslâm toplumları arasında tercümanlar, eserleri kopya yolu ile çoğaltanlar, tefsirciler bulunuyor, Hâfız’ın, Hayyâm’ın, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin, Ekber Şâh’ın, Ebu’l-Alâ’nın ve bunlar gibi meşhur alim, şair ve edebiyatçıların eserlerini görmeyen, bilmeyen çok yönlü bir İslâm düşünürüne rastlanmıyor.
İşte bu müşterek din, bu ortak zihin ve kalp faaliyetidir ki, bütün bu âlemin zihniyetini, anlayış tarzını, duygularını, kalplerini birleştirmiştir. Her nereye gitseniz aynı tarz düşünce ve hissiyata, aynı zihniyete, kafa ve kalbin aynı metot ve kural üzerine hareket ettiklerine rastlarsınız.
Avrupa ve garp medeniyeti de aynı durumdadır; bu gün en az üç Avrupa dilini -Fransızca’yı, İngilizce’yi, Almanca’yı- bilmeyen ciddî bir alim ve edebiyatçıya kolayca tesadüf edilemez. Bunlar zaten müşterek olan ve Avrupa medeniyetini oluşturan eski Yunan ve Latince’yi de erken yaşlarda öğreniyorlar. Bir zamanlar bu iki dil İslâm âleminde Arapça ve Farsça olduğu gibi, Batı dünyasında ortak ilim ve yazı diliydi.
Yukarıda medeniyetlerin kalp ve zihinleri namıyla ile bahsettiğimiz konular, işte bu ortak ve genel esasların tesirleri ile ortaya çıkmıştır. Bu suretle aynı medeniyet topluluğunu aynı kafa ile düşünür, aynı kalp ile hisseder, aynı manevî unsurlar ile hazırlanmış görüyoruz.
Şimdi bu medeniyetlerin ve zayıf kalan karşılıklarının durumundan söz ederken, bunlardan birisinin, yani garp medeniyetinin galip ve diğer ikisinin de yani İslâm ve Buda- Brahma medeniyetlerinin mağlup konumunda olduklarını görüyoruz.
Evet! Bu mağlubiyeti itiraf etmek zorunda kaldığımızdan biz de çok üzüntülüyüz. Fakat bunu bir kere açık ve kesin bir biçimde itiraf etmelidir. Biz de halen kelimeler ile oynayarak gerçeği görmemekten hoşlanan körler vardır. Fakat güneş gibi açık bir hadiseyi inkâr etmek, ahmaklığı ispat etmektir. Artık bu ahmaklıktan yakayı kurtarmalıdır.
Mağlubiyet iki türlüdür: maddi ve manevi! Maddi mağlubiyet o kadar kesin ve açıktır ki, artık hepimizin beynimize kadar zannederim girdi!
Mağlûbiyetin bu kısmı bu gün değil üç yüz seneden beri başlamıştır. İslâm toplumları biri diğerini takip eden patırtılı bir şekilde düşmekte ve mahvolmaktadır. Birçok müstakil İslâm hükümetlerinden tek bir tanesi bu gün kendini koruyamadı. İslamiyet’in son sağlam kalesi olan Osmanlılık da bu günkü perişan hale düştü. Artık bu kadar düşüş ve harap oluş inkâr olunacak durumda değildir. Bütün bu enkazlar, bu perişanlıklar şüphe yok ki garp medeniyeti ile olan mücadelenin doğrudan doğruya sonucudur.
Manevi mağlubiyete gelince, maddi mağlubiyet kadar açık değilse de, bir düşünür için o derecede gerçektir.
Mağlûbiyet nedir? Başkasının şahsiyetini kabul ve iradesine tabi olmak değil midir? Bu kabulleniş ve bağlılık, ister hür iradesiyle olsun, ister zorla olsun, mağlubiyettir. Bu nokta-i nazardan gerek İslâm ve gerek Budda-Brahma medeniyeti mağlupturlar, garp medeniyetinin şahsiyet ve özelliklerini kabul, onun isteklerine uymak mecburiyetindedirler. Gerek Müslümanlar ve gerek sarı ırk muhiti, elbiselerinden ve evlerinin döşemeleri gibi hayatın maddi görüntülerinden başlayarak edebiyat ve musiki gibi manevi konuların en alışık köşelerine kadar, Avrupa modellerini taklit etmektedirler. Hele sosyal, siyasî, fennî, eğitim-öğretim kurumlarında, Avrupa’nın bütün bütün öğrencisidirler. Bu taklit, bu kazanım, bazen isteyerek ise de bazen de zorunluluktandır. Japonya Avrupalılaşmak için içeride ne kadar sarsıntılar geçirdi. Çin ile Osmanlılığa gelince, aynı işlerin yapılması bu memleketlerin bünyelerini bile sarstı. Avrupa doğrudan doğruya bunları bu işleri yapmaya zorlamıyor ise de, düşünürler ve devlet adamları onsuz yaşamanın imkânı olmadığını takdir ediyorlar ve bunun üzerine bütün vücudu sarsmak bahasına olsun onu yapmakta tereddüt etmiyorlardı. Bu mağlûbiyet değil de nedir?
Bu gün Asya toplumlarının hepsine bakınız; her tarafta iki akımın bir diğeri ile mücadelesini görürsünüz. Mahalli, eski, geleneksel medeniyetle Avrupa medeniyeti taraftarları çarpışıyorlar, bir ölüm kalım mücadelesidir gidiyor!