Walter Porzig
Kaynak: Walter Porzig, Dil Denen Mucize II, Çev. V. Ülkü, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986, s. 70-71.
Andersen’in “Talihin Papuçları” masalında, eski çağlara hayran biri, sahiplerinin her arzusunu yerine getirme gücüne sahip olağanüstü papuçları giyer bilmeden. Onun da sık sık ifade ettiği, Orta Çağda yaşama arzusu yerine gelir, fakat bu isteğin gerçekleşmesi, son derece acı bir hayal kırıklığına yol açar. Çünkü Orta Çağdaki Kopenhag’da yaşayış şartlarının, 19. yüzyılın Kopenhag’ına göre oldukça basit ve rahatsızlık verici olduğu ortaya çıkmıştır. Fakat adamın geçmişe yolculuğunda karşılaşacağı en önemli güçlüklerden birini, şair Andersen sadece ima etmekle yetinmiştir: Ne 19. yüzyılın Kopenhaglısı, Orta Çağdaki şehrinde kimseyi anlayabilirdi, ne de kimse onu anlayabilirdi.
Bunu nasıl iddia edebiliyoruz? Bir kere geçmiş yüzyıllardan yazılı belgelere sahibiz; mesela İngilizce ve Almanca bazı belgeler bin yıldan daha eski tarihlere ait. Yunanca bazı belgeler ise üç bin yaşında. Şimdi Walther von der Vongelweide’nin bir şiirini okumaya kalkınca görüyoruz ki, yarısını hiç anlamamaktayız, öbür yarısını ise yanlış anlıyoruz. Hele Weibenburglu Otfried’in “Evangelienharmonie”si gibi 9. yüzyıldan kalma metinler ise bugünkü Almanlar için yabancı dilde belgeler gibidir. Bugünkü bir Yunanlı da, aynı şekilde, eğer okulda öğrenmediyse, Platon’un veya Homeros’un dilinden hemen hiçbir şey anlamaz.
Ancak eski metinleri okurken, anlama zorluklarının bir kısmının, alışık olmadığımız imladan kaynaklandığını hesaba katmalıyız. Bu yüzden, mesela Luther’in ve çağdaşlarının eserlerinin orijinal basımları ilk bakışta çok yabancı bir tesir bırakırlar, ancak bu durum, eserler yüksek sesle okunduğunda büyük ölçüde değişir. Böylece, değişik yazılış, alışık olunan seslenmeyi örtebilir.
Fakat tersine duruma daha sık rastlanır. Bilinen bir yazılış, bilinen bir seslenmeyi gösteriyordur, gerçekte ise o yazılışın arkasında bambaşka bir seslenme vardır. Nibelungenlied’de Liebe (sevgi, aşk) kelimesi görülünce, sanki bu güne kadar onda hiçbir şey değişmemiş gibi gelir insana. Gerçekte bu kelime o çağda ilk hecesinde i-e şeklinde, yani bir diftongla (ikili ünlü ile) söyleniyordu (İsviçrelilerin kendi ağızlarında hala yaptıkları gibi). Fakat bugün yazılışından farklı olarak uzun bir i ile yani libe şeklinde söylenmektedir.
Böylece mutlu bir şekilde bir ön sorular çalılığına dalmış bulunuyoruz ve zaman içinde dillerin değişmesi ile ilgili saf gerçeklere yaklaşmadan önce, bu çalılık arasında gayret sarf edip kendimiz bir yol açmamız gerekiyor. Yaşadığımız çağlardan önceki insanların nasıl konuştuğunu, açıktır ki sadece yazılı kayıtlardan öğrenebiliriz, seslerin yankısı bir daha gelmemecesine yok olup gitmiştir. Bizden sonraki dil araştırmacıları nesilleri bu bakımdan bizlerden daha şanslı olacaklardır, çünkü artık bütün kültür ülkelerinde, söz konusu bütün dillerden ve ağızlardan metinler içeren büyük plak arşivleri mevcuttur. Bu plaklar, kitaplardan, hatta parşömenden çok daha dayanıklıdır. Böylece ilerde, dillerin 20. yüzyıldan sonraki gelişimi, bu yüzyıla kadarki gelişiminden çok daha iyi anlatılabilecektir. Fakat bugün bizim için bütün geçmiş olan, 20. yüzyıldan öncesinin, yazılı kayıtlarının incelenip yorumlanmasıyla yeniden kazanılması gerekmektedir.