Hakan Alan
Sinema sanatçılarına her zaman ilgi duymuşumdur. Yaptıkları iş bence hayranlık uyandıracak güzellikte. Ve tabiki bu hayranlık, film izleme hastalığına dönüştü. Yeni çekilen filmlerden çok eski filmleri izleme zevkini edindim. 40-50 yıllık filmler, tıpkı binlerce yıllık sanat şaheserleri gibi değerliydi benim için. Şimdiki yıldızlardan çok, o dönemin yıldızları da haliyle daha çok ilgimi çekiyor.
Sinema eleştirmenleri gibi değil de, tam bir amatör halimle onlar kadar dikkatli izlemeye çalışıyorum. Ama aramızdaki fark, onların filmi okumaya çalışması, iyisiyle kötüsüyle (daha çok olumsuz yönleri ağır basıyor) değerlendirmeye çabalamasıdır. Oysa ben oyuncusuna dikkat ediyorum hayranlıkla.
Eski filmlere verdiğim bu değer öncelikle Türk sinemasıyla başladı. Ayhan Işık’ın hala hiçbir yıldızda göremediğim oyunculuğu, kendinden emin duruşu, sahneye hakim oluşu takdire değerdi. Siyah beyaz filmleri ve son yıllarda çektiği filmleriyle tam bir oyuncuydu. Ne yazık ki genç denilebilecek bir yaşta aramızdan ayrılması karanlık bir nokta olmuştur Türk sineması için. Günümüzde yeni çekilen filmlerde Ayhan Işık’ı görebilseydik ne kadar şahane olurdu bir düşünün. Tabi bu tabirlerim oyuncuları objektif değerlendirdiğim şeklinde alınmasın. Bunlar tamamen kendi düşüncelerim ve muhakkak ki nice oyuncular eklenebilir. Ben sadece kendi açımdam değerlendiriyorum.
Ayhan Işık’a duyduğum bu sevgi ve saygıyı bir kadın oyuncuya daha duydum: Sema Özcan. Yaşım itibariyle onun filmlerini sinema salonlarında izleyemedim. Eski filmlere olan ilgim nedeniyle tanıştım onunla. 60’lı yıllarda ve biraz da 70-71 döneminde çekilen filmlerde Sema Özcan’ı çok sık izlemeye başlamıştım. Günümüzde yeni nesil tarafından tanınan bir sanatçı olmadığı için, çoğu filmde rastlamaya başladığım bu hanım ilgimi çekti. Ayhan Işık’ından Cüneyt Arkın’a, Kartal Tibet’e kadar ünlülerle filmleri olan bu hanımı ben neden tanımıyordum acaba. Üstelik oynadığı roller de başrol düzeyindeydi. Hemen internetten filmleri bularak öncelikle adını öğrendim. Sonra şahsıyla ilgili araştırmaya koyuldum ve ne yazık ki çok fazla bilgiye de ulaşamadım. 71 yılında, 28 yaşında zengin bir iş adamıyla evleniyor. Ülkeyi terk ediyor ve haliyle sinemayı da bırakıyor. 28 yaşına kadar 50 kadar filmde oynuyor. Gerçekten çok ilginç. O dönemin en ünlü yıldızlarından biri, 28 yaşında sinemayı bırakıyor. On yıl daha devam etseydi şimdi yeni nesil de onu tanıyacaktı ve en ünlü kadın yıldızı olmaya adaydı. Açıkçası biraz yazık olmuş kendimce.
Şimdi gelelim kovboylara. 60’lı yılların adamı olsaydım herhalde şimdi deli olurdum. O insanlar şimdi niye yok diye. Öncelikle bu kovboy hastalığı nasıl başladı diye başlayalım. Gece uykusuzluk çeken ve çok uyumak istemeyen bir adamı okuyorsunuz. Gecenin 4’ü ve 5’inde uyanan, uyandığı zaman da uyumak istemeyen bir şahıs. Peki bu saatte uyanan bir insan ne yapar, haliyle televizyon başına geçer. Bahsettiğim gibi Türk filmleriyle başladı bu hayranlık. Kumandayı saniyesinde zap yaparak değiştirdiğimde siyah beyazlık ya da 70’li yılların kırıntılı görüntülerini arıyorum. Bir yerde siyah beyaz mı geldi, durma vakti gelmiştir o halde. Filmlerde görüp de tanımadığım şahıs olursa hemen oyuncu kadrosuna bakıyorum ve araştırıyorum. Hastalık haline geldi nedense. Bereket versin uydu denilen mucizede onlarca kanal çıktığından film bulmak çok da zor olmuyor. Ama bazı zamanlar Türk filmleri bulamayınca kendimizi yabancı siyah beyazlara vermek durumunda kaldım.
Bu şekilde yabancı filmlerin siyah beyazlarını izleme dönemi başlıyor. Eskiden kovboy filmlerini izlemeyen ve hatta tasvip bile etmeyen düşünceye sahiptik. “Ne işimiz var elin kovboyuyla.. Tanıdığımız bir kültür bile değil.. Kültür emfoze ediliyor.. vs.vs.” Bu işin kültürle ilgisi yok. Yazımın başında ne dedim, ben filmden çok şahıslarla ilgileniyorum. Kişilere önem veriyorum. Tıpkı bizdeki Ayhan Işık’a, Sema Özcan’a duyduğum hayranlık gibi.
Kovboy filmlerinin şablonu aşağı yukarı bellidir. Bir tane kızıldereli, bir esas adam (genelde esas adamlar bir yere bağlı değildir, kafalarına göre takılırlar), olursa orduya bağlı birlikler. Ordunun komutanı ile esas adamın çoğu zaman düşünceleri uymaz. Ve esas adamlar komutanlardan daha iyi yöreyi bilirler. Resmiyette olmasa da onlardan daha iyi komutandırlar, bunu filmdeki senaryoyla zaten bize sunarlar.
İlk tanıdığım kovboy James Stewart’tı. Siz onun kovboy olduğuna bakmayın. Bu filmlerde kovboy, fakat normal oynadığı çoğu filminde de tam bir centilmen. Gelelim ben bu adama neden hayranım; izlediğim filmlerdeki karakterini onun gerçek kişiliğine uyarladığım için. Kovboy filmleriyle başlamış, sonra normal filmlere dönmüş. Ve bu normal dediğim filmlerde ise hep takım elbiseyle görüyorum kendisini. İnternetten araştırdığım kadarıyla bu beyefendi kişiliği normal hayatında da her zaman sürmüş. Yardımlarda bulunmuş ve 1997 yılında, 91 yaşında hayata gözlerini yummuş.
James Stewart’ta gördüğüm bu centilmenliği, filmlerinde Clint Eastwood’da ne yazık ki göremiyoruz. Kovboyların en ünlüsü olan bu adamın gözü her zaman tetikte, öldürmeye her zaman hazırdır. Yüzünün de pek güldüğüne şahit olamıyoruz. Otel işleten kadın saçlarını düzelterek onun ilgisini çekmek istiyor. Fakat o yüzünü bile çevirmeden otelden çıkıyor. Fakat diğer kovboy filmlerinin kalitesine baktığımızda, gerçekten iyi işler yapmış, günümüzde de zaten iyi projelerini farklı türlere kaydırarak çok başarılı seyrine devam ediyor. Kovboy filmlerini 90’lı yıllarda çevirdiği “Unforgiven” adlı filmle noktalayan yıldız tam bir başarıya imza atıyor ve oscarı kaldırıyor. Bu filmi izlediğinizde geçmişe nasıl atıflar yapıldığını daha iyi anlıyoruz. Burada serseri geçmişine değinilen Eastwood’un kovboy filmlerindeki karakteri gözler önüne seriliyor. Ama ne yalan söyleyeyim bu türlerin de en iyisini bu adam yapmış. Son noktayı koyduğu “Unforgiven” filmi de izlenmeye değer güzellikte.
Şimdi gelelim bir garip adama: John Wayne. James Stewart’la başlayan kovboy sevgisi John Wayne ile doruğa taşındı. Çoğu kişi bu tür filmlere rastladığında “hadi leyn” diyerek zaplamakta haklı da olabilir. Ama ben yapamıyorum işte. Clint Eastwood’daki hakim karakter John Wayne’de yumuşayarak devam ediyor. Bu adam Clint kadar sert değil. Aksine takım elbiseli halini görsem neredeyse Stewart kadar centilmen olduğunu iddia edeceğim. Ama o şapkasını hiçbir zaman çıkarmadı ki.
Ben bu şahısların filmlerinde sergiledikleri karakterlerin gerçek yaşamlarına uyduklarını düşünüyorum. Neticede John Wayne yapımcılık da yapmış ve bazı filmlerini kendi çekti. Senaryoyu tamamen kendi aklıyla onaylayan bir insan karakterine uymayan bir filme imza atar mı. Bunu şu şekilde de açıklayabiliriz. John Wayne oynadığı filmlerde hep aynı karakteri canlandırdı desem büyük bir iddia ortaya atmış olurum. Fakat izlediğim filmleri bu düşüncemle örtüşüyor. Silahı her zaman elindedir fakat Clint kadar kullanmaz, yüzünde kovboyların sert portrelerine uymayacak hafiflik vardır. Kadınlara Clint kadar ilgisiz değildir ama onlara açılmakta da pek başarılı değildir. Sevdiği kadınların kasabadan ayrılma durumlarına ses çıkarmaz. Gitmemelerini istemeyecek kadar garip bir adamdır. Oysaki tüm kadınlar ondan beklemektedir hareketi. Bir filminin sonunda kadını öpme durumuna gelir fakat çevresindeki onlarca kişinin “hadi öpsene” demesini beklemektedir.
Yine bir filminde çamurlu olan yerler nedeniyle bir kadın ayaklarını çamura sokmak istemez. Yanındaki erkek ise hemen tahta aramaya koyulur. Ardından gelen Wayne ise kadını kucağına alır ve ayaklarını çamurlara batırarak karşıya geçirir. Yüzme bilmeyen küçük bir çocuğun 6 yaşında olduğunu öğrendiğinde onu dereye atması da ilginçtir. “Artık yüzecek yaştasın”.
Bu aralar gece pek işe yaramayan kanallardan “gala”ya fazlaca takılıyorum. Eski filmleri çevirip çevirip veriyor. John Wayne’nin izlediğim filmlerini de defalarca veriyor. Ben on kere izlemiş olsam da bu filmleri yine izliyorum. Kaç kere izlediğim önemli değil. Dedim ya ben filmlere değil, karakterlere önem veriyorum.
26 Mayıs 2007