Ziya Gökalp
Türkçülüğün Esasları
Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O hâlde, Türkçülüğün mahiyetini anlamak için, millet adı verilen zümrenin mahiyetini tayin etmek lazımdır. Millet hakkındaki muhtelif görüşleri tedkik edelim:
1) Irki Türkçülere göre millet, ırk demektir. Irk kelimesi, esas itibariyle, zoolojiye ait bir terimdir. Her hayvan nevi anatomik vasıflar bakımından, birtakım tiplere ayrılır. Bu tiplere "ırk" adı verilir. Mesela, at nevinin Arap ırkı, İngiliz ırkı, Macar ırkı adlarını alan birtakım anatomik tipleri vardır.
İnsanlar arasında da eskiden beri, "beyaz ırk, siyah ırk, sarı ırk, kırmızı ırk" denilen dört ırk mevcuttur. Bu tasnif, kaba bir tasnif olmakla beraber, hâlâ kıymetini muhafaza etmektedir.
2) Kavmî Türkçüler de milleti kavim zümresiyle karıştırırlar.
Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir.
Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki cemiyetler tarih öncesi zamanlarda bile kavmiyetçe halis değildiler. Savaşlarda esir alma, kız kaçırma, suç işleyenlerin kendi cemiyetlerinden kaçarak başka bir cemiyete girmesi, evlenmeler, göçler, yabancıları kendine benzetme ve başka bir topluluk içinde erime gibi hadiseler milletleri daima birbirine karıştırmıştı. Fransız âlimlerinden Camille Julian (Kamil Jülyen) ile Meillet, en eski zamanlarda bile saf bir kavmin bulunmadığını iddia etmektedirler. Tarih öncesi zamanlarda bile saf bir kavim bulunmazsa tarihî devirlerdeki kavmi karışmalardan sonra, artık saf bir kavmiyet, abes olmaz mı? Bundan başka, sosyoloji ilmine göre fertler dünyaya gelirken sosyal bir vasıf taşımazlar. Yani sosyal duygu ve düşüncelerden hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Mesela dil, din, ahlak, estetik, siyaset, hukuk, iktisat sahasına ait hiçbir duygu ve düşünceyi beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları, terbiye yoluyle cemiyetten alırlar. Demek ki sosyal özellikler uzvi verasetle geçmez, yalnız terbiye yoluyle geçer. O hâlde, kavmiyetin millî karakter bakımından da hiçbir rolü yok demektir.
Bugünkü sosyal durumda ise sosyal dayanışma, kültür birliğine dayanıyor. Kültürün nesilden nesile aktarılması terbiye vasıtasıyle olduğu için kandaşlıkla hiçbir ilgisi yoktur.
3) Coğrafi Türkçülere göre millet, aynı ülkede oturan halkların bütünü demektir.
Bazen bir ülkede birçok sayıda millet olduğu gibi bazen de bir millet birçok ülkeye dağılmış bulunur. Mesela Oğuz Türklerine bugün Türkiye'de, Azerbaycan'da, İran'da, Harzem ülkesinde tesadüf ederiz. Bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak olduğu hâlde bunları ayrı milletler saymak, doğru olabilir mi?
4) Osmanlıcılara göre, millet Osmanlı İmparatorluğu'nda bulunan vatandaşları içine alır. Hâlbuki bir imparatorluğun bütün vatandaşlarını bir tek millet telakki etmek, büyük bir hatadan ibarettir.
Çünkü, bu karma topluluğun içinde ayrı kültürlere sahip birçok millet vardır.
İslam birliği taraftarlarına göre millet, bütün müslümanların mecmuu (toplamı) demektir. Aynı dinde bulunan insanların bütününe ümmet adı verilir. O hâlde müslümanların bütünü de bir ümmettir. Yalnız dilde ve kültürde müşterek olan millet zümresi ise bundan ayrı bir şeydir.
Fertçilere göre millet, bir adamın kendisini mensup addettiği herhangi bir cemiyettir. Gerçi bir fert, kendisini görünüşte şu yahut bu cemiyete bağlı saymakta hür zanneder. Hâlbuki fertlerde böyle bir hürriyet ve istiklal yoktur. Çünkü insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir. Yeni psikologlara göre duygu hayatımız asıldır, fikir hayatımız ona aşılanmıştır. Ruhumuzun normal bir hâlde bulunabilmesi için fikirlerimizin duygularımıza tamamiyle uygun olması lazımdır. Fikirleri duygularına uymayan ve dayanmayan bir adam, ruh bakımından hastadır. Böyle bir adam, hayatta mesut olamaz. Mesela duygusu bakımından dindar olan bir genç, kendisini fikir bakımından dinsiz telakki ederse psikolojik bir dengeye sahip olabilir mi? Şüphesiz hayır! Bunun gibi her fert, duyguları vasıtasıyla muayyen bir millete mensuptur. Bu millet, o ferdin, içinde yaşadığı ve terbiyesini aldığı cemiyetten ibarettir. Çünkü bu fert, içinde yaşadığı cemiyetin bütün duygularını terbiye vasıtasıyle almış, tamamiyle ona benzemiştir. O hâlde bu fert ancak bu cemiyetin içinde yaşarsa mesut olabilir. Başka bir cemiyetin içine giderse sıla hastalığına uğrar, duygu bakımından bağlı olduğu cemiyetin içine gitmek için hasret çeker. O hâlde bir ferdin, istediği zaman milletini değiştirebilmesi kendi elinde değildir. Çünkü milliyet de dışarıda var olan bir gerçektir, insan milliyetini cahillikle tanıyamamışken sonradan araştırmak ve soruşturmak suretiyle keşfedebilir. Fakat bir partiye girer gibi sırf iradesiyle şu yahut bu millete intisap edemez (uyamaz).
O hâlde, millet nedir? Irki, kavmî, coğrafi, siyasi, iradi kuvvetlere üstün gelecek ve onlara hükmedebilecek başka ne gibi bir bağımız var? Sosyoloji ilmi ispat ediyor ki bu bağ terbiyede, kültürde, yani duygularda iştiraktir; insan en samimi, en deruni duygularını ilk terbiye zamanlarında alır. Ta beşikte iken işittiği ninnilerle ana dilinin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki en çok sevdiğimiz dil, ana dilimizdir. Ruhumuza vücut veren bütün din, ahlak ve güzellik duygularımızı bu dil vasıtasıyle almışız. Zaten ruhumuzun sosyal duyguları, bu din, ahlak ve güzellik duygularından ibaret değil midir? Bunları çocukluğumuzda hangi cemiyetten almışsak daima o cemiyette yaşamak isteriz. Başka bir cemiyetin içinde daha büyük bir refahla yaşamamız mümkün iken cemiyetimiz içindeki fakirliği ona tercih ederiz. Çünkü dostlar içindeki bu fakirlik, yabancılar arasındaki o refahtan ziyade bizi mesut kılar. Zevkimiz, vicdanımız, özleyişlerimiz, hep içinde yaşadığımız, terbiyesini aldığımız cemiyetindir. Bunların yankısını ancak o cemiyet içinde işitebiliriz.
Ondan ayrılıp da başka bir cemiyete intisap edebilmemiz için büyük bir engel vardır. Bu engel, çocukluğumuzda o cemiyetten almış olduğumuz terbiyeyi ruhumuzdan çıkarıp atmanın mümkün olmamasıdır. Bu mümkün olmadığı için eski cemiyet içinde kalmaya mecburuz.
Bu ifadelerden anlaşıldı ki millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet dilce, dince, ahlakça ve güzellik duygusu bakımından müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir topluluktur. Türk köylüsü onu (dili dilime uyan, dini dinime uyan) diyerek tarif eder. Gerçekten de bir adam, kanca müşterek olduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi meziyetlerimiz ırkımızdan geliyor, manevi meziyetlerimiz de terbiyesini aldığımız cemiyetten geliyor. Büyük İskender diyordu ki "Benim hakiki babam Filip değil, Aristo'dur. Çünkü birincisi maddi varlığımın, ikincisi manevi varlığımın meydana gelmesine sebep olmuştur." İnsan için manevi varlık, maddi varlıktan önce gelir. Bu bakımdan milliyette şecere (soy kütüğü) aranmaz. Yalnız terbiyenin ve mefkurenin millî olması aranır. Normal bir insan, hangi milletin terbiyesini almışsa ancak onun mefkuresine çalışabilir. Çünkü mefkure, bir vecid kaynağı olduğu içindir ki aranır. Hâlbuki terbiyesiyle büyümüş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkuresi, ruhumuza asla vecid veremez. Bilakis terbiyesini almış olduğumuz cemiyetin mefkû-resi, ruhumuzu vecidlere boğarak mesut yaşamamıza sebep olur. Bundan dolayıdır ki insan, terbiyesiyle büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Hâlbuki zihnen kendisini bağlı zannettiği bir cemiyet uğruna ufak bir menfaatini bile feda edemez. Hülasa insan, terbiyece müşterek bulunmadığı bir cemiyet içinde yaşarsa bedbaht olur. Bu düşüncelerden çıkaracağımız pratik netice şudur: Memleketimizde, vaktiyle dedeleri Arnavutluk'tan yahut Arabistan'dan gelmiş millettaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyat etmiş görürsek diğer millettaşlarımızdan hiç ayırmamalıyız. Yalnız saadet zamanında değil, felaket zamanında da bizden ayrılmayanları nasıl milliyetimizin dışında sayabiliriz? Hususiyle bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifâ etmiş olanlar varsa nasıl olur da bu fedakâr insanlara "Siz Türk değilsiniz." diyebiliriz. Gerçi, atlarda şecere aramak lazımdır çünkü bütün meziyetleri içgüdüye dayandığı ve bunlar ırsi olduğu için hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise ırkın sosyal vasıflara hiçbir tesiri olmadığı için şecere aramak doğru değildir. Bunun aksi bir yol tutacak olursak memleketimizdeki aydınların ve fikir savaşçılarının birçoğunu feda etmek gerekecektir. Bu hâl doğru olmadığından, "Türk'üm!" diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hıyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.