Ziya Gökalp
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
Bugün insanın tabiata karşı aldığı vaziyet gayet açıktır:
Tabii hadiseleri gözleme ve deneme usulleri ile inceleyerek tabiatın kanunlarını keşfetmek. Hâlbuki birkaç yüzyıl önce hâl böyle değildi. Tabiat bilgisi âlimleri hakikati (realite) gözleme ve deneme altına almaya lüzum görmüyorlardı; eşyayı anlamak için akli prensipleri bilmek ve bu prensiplere dayanarak bunların mantıki neticelerini çıkarmak kâfi görülüyordu. Mesela toprak, su, hava, ateş denilen dört unsurun meydana gelmesini şu şekilde açıklıyorlardı: Soğuklukla kuruluğun birleşmesinden toprak, soğuklukla yaşlığın birleşmesinden su, sıcaklıkla yaşlığın birleşmesinden hava, sıcaklıkla kuruluğun birleşmesinden ateş meydana gelmişti.
Demek ki tabiatın bu dört esas unsuru -sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık- elde olunca tabiat bilgisi ilmini akıl yürütme yoluyla kurmak kolaydı; bununla beraber bu hareket yalnız ilmî düşünüşe ait değildi, hiç olmazsa isteğe bağlı bir denemeye dayanması gereken ameliyatta da aynı usul tatbik olunurdu: Hastalıklar yaradılışta ya yaşlığın ya kuruluğun, yahut soğukluğun ve sıcaklığın galip gelmesinden oluyor, kullanılan ilaçların da ancak bu hassalarından istifade edilmek isteniliyordu. Mesela bir hastalık, yaradılışın soğukluk ve kuruluğundan olmuşsa verilecek ilaç yaradılışı ısıtmalı ve kurutmalıydı.
Bugün tabiat bilgisi sahasında artık böyle bir (kavram usulü) yer bulamıyor. Memleketimizde maddi ve tabii ilimlerle meşgul olanlar, yalnız gözleme ve deneye ehemmiyet veriyorlar; kavramları hakikatten çıkarmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki sosyoloji sahasındaki düşüncelerimiz tamamiyle eski usule bağlıdır. Yani sosyolojiye dair yazı yazanlarımız mefhumları hakikatten değil, hakikati kavramlardan çıkarmaya uğraşıyorlar.
Bugün matbuatımızda içtimai (sosyal) münakaşalara zemin olan üç kavram var: Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık.
Bu kavramlar içtimai varlıkların timsalleri hâline girmedikçe, kıymetlerini içtimai hakikatten almadıkça hiçbir manaya sahip olamazlar. Senelerce bu kelimeler üzerine mücadele edilsin, faydalı hiçbir netice çıkmaz.
İçtimai hakikate bakarsak görürüz ki bir İslam ümmeti, bir Osmanlı Devleti, bir Türk milleti, bir Arap milleti var. Bu hükümlerin hakikate uygun olması için tabiidir ki "ümmet" kelimesinin bir dine bağlı olan fertlerin toplamını, "devlet" kelimesinin bir hükümetin idaresi altında bulunan fertlerin toplamını, "millet" kelimesinin bir dille konuşan fertlerin toplamını ilim kelimesi olarak karşıladığının kabul edilmesi gerekir.
Bu kelimelerin bu manalarda ilim kelimesi olarak kullanılmasını kabul edenler için yukarıdaki hüküm doğru, yani hakikate uygundur.
O hâlde bu hükmü kabul etmeyenler, mananın hakikate uygun olmamasından dolayı değil, bu üç kelimenin şu manalara ilim kelimesi kabul edilmesini uygun bulmadıklarından dolayı reddetmiş olurlar.
Bir taraftan İslamcılar diyorlar ki "millet" kelimesi sizin "ümmet" tabirine verdiğiniz manaya gelir. Hatta bu kelime Arapçada "mezhep, seciye" manasındadır. Bir itiraza karşı denilebilir ki dilin mükemmeliyeti, her kelimenin bir manası ve her mananın tek bir kelimesi ve hususiyle her manayı ifade edecek kelimelerin bulunmasıyla olur. Bunu siz yapmasanız da dil, kendi kendine yapar. İşte bunun içindir ki bir dine mensup olan insanların toplamına ümmet ve bir dille konuşan insanların toplamına "millet" denilmeye başlamıştır. Mademki çoğunluk bu kelimeleri bu manalarda kullanıyor, siz de bunu kabul ediniz, ilim kelimesi meselesinden zorluklar çıkarmak doğru bir hareket değildir.
Diğer taraftan Osmanlıcılar diyorlar ki devlet kelimesi ile millet kelimesi eş manalıdır. Bir devletin hâkimiyeti altında bulunan kimselerin toplamı bir millettir, içtimai hakikate ehemmiyet vermeyerek yalnız bu ilim kelimeleri arasındaki münasebete bakarsak bu kelimenin doğru olması gerekir.
Gerçekten bir devletin bütün halkının aynı dille konuşması yahut aynı dille konuşanların müstakil bir devlet kurması tabiata daha uygun, arzuya daha muvafıktır. Fakat devletler hakikatte, aslında böyle midirler? Şüphesiz ki değildirler.
O hâlde olanı görmeyerek olması lazım gelen şeyi var zannetmek nasıl doğru olur?
Türkçüler bu iki zümrenin iddialarını tenkit ettikten sonra şu iki neticeyi çıkarıyorlar:
Ümmet başka şey, millet başka şeydir.
Devlet başka şey, millet başka şeydir.
Bu neticelere itiraz olunabilir fakat yalnız içtimai hakikate uygun olup olmadığını aramak bakımından! Yoksa "Böyle olmalı mıydı?" diyerek değil!
Biz kavramlarımızı hakikate uydurabiliriz. Fakat hakikati kendi ilim kelimelerimize uyduramayız!
Bununla beraber "ümmet, devlet, millet" kavramlarının dıştaki hakikatleri birbirinden büsbütün ayrı değildir. Ümmetle millet arasındaki münasebet "umumla "husus" arasındaki münasebet gibidir. Ümmet bir dine bağlı olan milletlerin hepsini içine alan büyük bir zümredir. Bundan başka milleti meydana getiren fertler, bugün milletin diliyle konuşanlar değildir. Yarın bu dille konuşacak olanlar bu zümrenin içindedir.
Mesela bugün Pomaklar Bulgarca, Girit'teki Müslümanlar Rumca konuştukları hâlde yarın Müslümanlığın tesiriyle Türkçeyi öğrenecekler ve bugünkü dillerini terk edeceklerdir. O hâlde bir milletin fertleri yalnız dilleriyle değil, dinleriyle de belli oluyor.
"Devlet"le "millet" arasında da bir dereceye kadar umum-husus münasebeti mevcuttur. Mesela Osmanlı Devleti bir İslam devletidir yani Müslüman milletlere dayanan bir devlettir. Osmanlılığa sayıyla beraber irfan ve harsiyle dayanak olan iki büyük unsur, Türk ve Arap milletleridir. O hâlde Osmanlı Devleti'ne "Türk-Arap" devletidir, denilebilir.
Şurası da unutulmamalıdır ki Türk ve Arap milletleri yalnız Osmanlı memleketindeki Türkler ve Araplardan ibaret değildir. Esaret altında bulunan dindaşları da bu milletlere dâhildir.
Şimdi de vatan kavramına gelelim. Vatan, uğruna hayatlar feda olunan mukaddes bir ülke demektir. Nasıl oluyor da bütün diğer ülkeler mukaddes değilken "vatan" denilen ülke, mukaddes tanıyor ve bunu mukaddes tanıyanlar hayatlarını, ailelerini, en çok sevdikleri şeyleri bu ülkenin uğruna feda ediyorlar? Hiç şüphesiz bu ülke, maddi tabiatı bakımından bu kıymete sahip değildir. Mutlaka bu kutsiyeti mukaddes bir mevcudiyetten alıyor.
Bu mukaddes varlık ne olabiliyor? Devlet mi? Yukarıda gördük ki "devlet" kendi kendine var olan bir kudret değildir, bu da kuvvetini "millet"le "ümmet"ten alıyor. Mekânın şerefi, oturan iledir. O hâlde mukaddes varlık olarak yalnız bu iki şey var: "millet"le "ümmet".
Mukaddes hakikatler iki olunca bunların timsali yahut yaşadığı yer olan vatan da iki olmak lazım gelir. Ümmetin vatanı, milletin vatanı.
Hakikaten bir İslam vatanı vardır ki bütün Müslüman milletlerin sevgili yurdudur. Diğeri millî vatandır ki Türkler kendilerininkine "Turan" adını veriyorlar. Osmanlı ülkesi İslam vatanının müstakil kalan bir parçasıdır, diğer kısmı Arap yurdudur ki büyük Arap vatanının bir parçasıdır.
Türklerin Türk yurdunu veyahut Turan'ı hususi bir aşkla benimsemeleri, ne küçük İslam vatanı olan "Osmanlı ülkesi" ne de büyük İslam vatanını unutmalarını gerektirmez.
Çünkü millet mefkuresi, devlet mefkuresi, ümmet mefkuresi başka başka şeylerdir ve her üçü de mukaddestir.