Ahmet İhsan Tokgöz
Kaynak: Ahmet İhsan (Tokgöz), Matbuat Hatıralarım (1888-1923) İkinci cilt Meşrutiyet İlanından Umumi Muharebeye Kadar 1908-1914, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul 1931, s. 111-114.
Meşrutiyetin ilanı da, Türklerin iktisat gözlerini kapayan kalın perdeyi tam kaldırmamış ise de o karanlık perdenin arasını 1908 inkılabı açmıştır ve Cumhuriyet devri bu perdeyi sıyırmıştır. Perde sıyrılınca etrafımızı saran ateşi çok iyi gördük, anladık. Tehlike anlaşıldıktan sonra çaresini bulmak mümkündür. Uğraşa uğraşa, sıkıntılar çeke çeke mutlaka bu fırtınadan kurtulacağız, benim itikadım budur.
Şimdi gelelim eski halimize ve eski duygumuza:
İstanbul Başdefterdarlığında bulunmuş olan büyük babam Muhtar Efendiden kalma Vaniköyü’ndeki yalımızda ben dünyayı ilk görüp anlamaya başladığım vakit aile doktorumuzun adı Andonaki, eczacımızın ismi Petraki idi. Babamın sarrafı Artin’di. Bakkalımız Bodosaki, terzimiz Karnik, kuyumcumuz Garpis, berberimiz Yani idi. Yalının önünden kayıkla geçen tefeci Mişon, gevrekçi Yanko, yemişçi Vasil bize her gün mal satardı. Yalı da sandalcımız Dimitri idi. Ayvazın adı İstipan idi; eve gelen bohçacı kadın Mannik dudu idi.
Biz, bu bir sürü yabancıların alışverişini çok tabii buluyorduk. Paralarımızı onlara düşünmeden verirdik. Çünkü İstanbul’un Türkleri ya Mevleviyet tahsisatı veya Arpalık parası alan başı sarıklılardan, yahut maaşlı olarak kalemlerdeki memurlardan ve zabitlerden ibaret idi ve ticarete, sanayie esnaflığa hakaretle bakardık. Bu işleri İstanbullu beyler kendilerine layık görmezdi. İstanbul Türkleri hemen hep hazır yiyici idi. Anadolu’dan ve Rumeli’den şehre gelen Türkler ise hamal, küfeci ve rençberlikten ileri geçmezlerdi ve bu zavallılara “kaba Türk”, “Leblebici Türk” derlerdi.
Boğaziçi’nden İstanbul’a bizi indiren vapurların kaptanlarının hiç birisi Türk değildi. Şimendifer idarelerinde, bankalarda, karantina ve fener idarelerinde tek bir Türk görülmüş değildi.
Kitabımın birinci cildinde yazdığım üzre gazetecilik ve kitapçılık ve matbaacılık dahi her şey gibi Türk olmayanların elinde idi. Günlük gazetelerin sahipleri Çörçil, Filip, Mihran, Nikolaidi adlı idi. Mecmuaları Karabetler ve Gasparlar, Ohannesler çıkarırdı. Türk tebaası olduğu halde Türklük ile alakası hiç mesabesinde olan bu güruhun yanında daha acıklı bir güruh daha vardı. Bu da İstanbul veya İzmir’de belki yüz seneden beri yerleştikleri ve işler tuttukları halde ceplerinde, belki hiç tanımadıkları bir memleketin, ecnebi pasaportunu taşıyan Levantenler idi. Kapitülasyon rejiminden istifade eden levantenler cennette imiş gibi vergisiz, kontrolsüz Türkiye’de yaşarlardı. Ve bunların her birinin o zamanki hayatı ve imtiyazı bugünkü ecnebi elçileri mertebesindeydi. Onlara “Firenk” derlerdi. İzmir’de Firenk mahallesi bile vardır. Beyoğlu onların saltanat sürdükleri muhitti. Haraç veren sade Türklerdi ve biz bu hali tabii bulurduk. Bizi sömürüp yiyen hastalığın hiç farkında değildik. Hazır yiyicilikte devam eder giderdik.
İşte dediğimiz gibi bu iktisadi körlüğümüzün ilk ışığı 1855’te parlamış 1897’de Ermeni isyanında ilk eserini vermiştir. O tarihte Saray bile ürktü, Mihran’ın “Sabah” gazetesini muvakkaten kapadı. Bu sayede “İkdam” içinde çırpındığı sıkıntıdan kurtulmuştu. Halk artık bir Türkün çıkardığı gazeteye heves eylediği için Sabah’ın kapalı kaldığı günlerde İkdama alışıverdi ve İkdamı yaşattı. Gene 1897’de ilk Türk eczanesi açıldı. Şehzadebaşı’nda idi. Hamdi isminde idi.
Şimdi burada bir mühim noktaya temas edeceğim:
Ben bu hali gençlere, eski iktisadi körlüğümüzü anlatmak için yazıyorum. Asırlarca iktisat hayatında kör yaşayanlar gözlerini açar açmaz derhal tacir, esnaf ve san’atkâr oluvermezler ve böyle zanne düşüp reaksiyona kalkmak daha tehlikelidir. Ve iş “Şövenlik” şekline döner. Gençler hazır yiyiciliğimizi göz önünde tutup iktisat hayatında “milliyet” ruhunu ve çalışkanlığını yedire yedire getirmek gibi çok zor bir vazife başına geliyorlar. Bunu unutmasınlar.