Antropoloji, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 1761 Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 912, 2007, Eskişehir.
İnsanların konuşma dilini nasıl geliştirdikleri konusunda tartışma vardır. Konuşma dilinin ilk olarak hangi insan türü tarafından geliştirilmiş olabileceği, bu tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Yakın zamanlara kadar bu tartışma Neandertal insanı ile Homo sapiens üzerinde devam etmekteydi. Bugün genel olarak kabul edilen görüş, konuşma dilinin Üst Paleolitik’te yaşayan insanlar tarafından geliştirildiği üzerinde durmaktadır. Bu görüşün temeli insanın (Homo sapiens’in) Afrika’dan çıkış kuramıyla ilişkilidir. Üst Paleolitik dönemde, yaklaşık olarak 40 bin yıl öncesinden itibaren insanlar bütün kıtalara yayılmışlardır. Dolayısıyla dilsel çeşitlenmenin de bu yayılmayla başladığı düşünülmektedir.
Son yıllarda, Üst Paleolitik dönemin buzul çağı koşullarında insan hayatının mümkün olduğu iki alanda, iki dil öbeğinin atasal ilk örneklerinin ortaya çıktığı öne sürülmektedir. Bunlardan birincisi Üst Paleolitik’in buzulçevresi olarak anılan bölgede gelişen Proto-Ural dili kuramıdır. Çeşitli araştırmacılar, bugün Fince, Lap dili, Macarca ve Estonca gibi görece kalabalık nüfusların konuştuğu diller tarafından temsil edilen Ural grubunun ilk örneğinin (ata ya da kök dilinin) günümüzden 12 bin ilâ 7 bin yıl önce ortaya çıktığını düşünmektedirler. Bu kök dilin anayurdunun Baltık Denizi’nden Ural Dağları’na uzanan geniş coğrafyada bulunduğu öngörülmektedir. Bu coğrafya son buzul çağında insan hayatına izin veren ender alanlardan birini temsil eder. Bu kök dilin buzul çağında ortaya çıktığını ve akraba dillerin buradan türediğini öne süren bilim insanları, bu savlarını, bugünkü Ural dillerinin söz dağarcığının anlam bilimsel incelemesine dayanarak temellendirirler. Bu temellendirme, bütün Ural dillerinde ortak olan bu sözcüklerin kök Uralca’dan gelmiş olması gerektiği tezine dayanır. Buna göre bu sözcükler kök Uralca’yı konuşanların yaşam ve geçim biçimini yansıtan sözcükler olmalıydı. Nitekim bu sözcükler gruplandığında, balıkçılık, avcılık, belirli bir coğrafyaya özgü bitki ve ağaç türleri, belirli bir beslenme ve barınma biçimi, çeşitli malzeme türleri ortaya çıkmaktaydı. Bütün bu sözcükler buzul çağına, onun soğuk iklimine ve anılan coğrafyaya ait bir gerçekliği yansıtmaktaydı. Ayrıca köpek dışında evcilleştirilmiş hiçbir hayvan türüne ait ortak bir sözcüğün bulunmaması da, kök dilin tarihlendirilmesinin köpeğin evcilleştirildiği 12 ilâ 14 bin yıl öncesine yerleştirilmesine yardım etmektedir. Buna göre Proto-Uralca’nın anayurdu Orta ve Doğu Avrupa’nın Üst Paleolitik buzulçevresi bölgesine karşılık gelmektedir.
İkinci kök dil kuramı, bir Akdeniz Üst Paleolitik bölgesi varsaymaktadır. Buna göre Akdeniz bölgesinde Üst Paleolitik çağda yaşayan insan grupları Bask-Kafkas dillerinin kökeninde yatan bir ata dili konuşuyorlardı. Bu kuram bugün Fransa ve İspanya’nın Atlas Okyanusu kıyılarında yaşayan Basklarla, Kafkasya halklarını ortak bir dil kökeninde birleştirmektedir. Son yıllardaki dilbilimsel gelişmeler Baskça’nın karşılaştırılabileceği yegâne dil grubunun Kafkas dilleri olduğu tezini güçlendirmiştir. Dilbilimci Bouda, Bask diliyle Kafkas dilleri arasında 135 etimolojik benzerlik saptamıştır. Bu benzerliklerin görüldüğü anlam grupları arasında insan varlığıyla ilgili sözcükler, insan bedeninin organlarına ilişkin sözcükler, bitki türleri, ev içi araç-gereç, evle ilgili sözcükler, tarım ve hayvancılık terimleri, toprakla ilgili sözcükler, sayılar, zaman ve hareketle ilgili sözcükler bulunmaktadır. Bu gibi dilsel ve bazı arkeolojik kanıtlar bir araya getirildiğinde, tarih öncesinde Akdeniz havzasında bir dizi akraba dilin konuşulduğu ortaya çıkmaktadır. Bu diller arasın da kök Bask dili, kök Kafkas dili ile bir dizi eski Anadolu, Mezopotamya ve İtalya dili yer alır. Bugün bu dillerden sadece bu sahanın en batısında Baskça ile en doğusunda Kafkas dilleri yaşamaktadır. Böylelikle bu iki kök dilin birliğine dayanan ve yaklaşık olarak günümüzden 25 ilâ 20 bin yıl önceki Üst Paleolitik evrede oluşmuş bir Akdeniz dil katmanı’nın ortaya çıktığı öne sürülmektedir.
Ancak asıl büyük dil yayılması yine Neolitik devrimi beklemiştir. Neolitik Devrim’le birlikte üretimciliğe geçiş ve tarım teknikleri, belirli dalgalar halinde doğuya ve batıya yayılmış, böylelikle Ortadoğu tarımı Avrupa’ya ve Hindistan’a doğru genişlemişti. Söz konusu genişleme bu bilginin yayılmasını sağlayacak iletişim araçları ve yoğun temaslar henüz olmadığına göre, doğaldır ki insanlar eliyle, daha doğrusu göçle gerçekleşmişti. Arkeolog Colin Renfrew, Hint-Avrupa dillerinin Avrupa’ya ve Hindistan’a böyle yayıldığını öne sürmektedir. Renfrew’un kuramına göre kök Hint-Avrupa dilinin anayurdu Anadolu’dur ve bu dil değişerek ve çeşitlenerek Anadolu’nun tarımcı toplumlarının göçüyle birlikte çok geniş bir alanda konuşulan yaygın bir dil öbeğinin kaynağı haline gelmiştir.
Diller insanlarla birlikte yayılır ve değişirler. Her dil bir ekolojik ve coğrafî çevrenin ürünü olduğu kadar, onun değişimi ve gelişimi de göçler ve diğer kültürlerle temaslar yoluyla gerçekleşir. Bu yolla dünyada binlerce dil ortaya çıkmıştır. Dillerin bazıları, zorlu coğrafî koşullarda konuşulması ve diğer gruplarla temasın bu nedenle zorlaşması nedeniyle izole olmuşlardır. Bu yüzden dünyanın zorlu coğrafyalarında büyük bir dil çeşitliliği görülür. Örneğin Kafkasya ve Hindistan’da görece küçük bir sahada çok sayıda farklı dil konuşulmaktadır. Bunun en önemli nedeni coğrafî engeller ve izolasyondur. Örneğin bugün Hindistan’da 222 ayrı dil ve onların yüzlerce lehçesi konuşulmaktadır. Kafkasya’da da durum buna benzerdir. Kafkasya’da dört ana dil ailesine mensup 50 ayrı dil konuşulmaktadır. Sadece küçücük Dağıstan bölgesinde konuşulan dillerin sayısı on altı, lehçelerin sayısı ise yirmidir. Sadece birkaç yüz bin Amerika yerlisi 1230 farklı dil konuşmaktadır, Sudan’da konuşulan dillerin sayısı 435, Malezya-Polinezya bölgesinde ise 263’tür.
Bugün dünyada konuşulan dillerin toplam sayısının 3 ilâ 5 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Örneğin sadece Güney Amerika Kızılderililerinin 3 bin ayrı dile sahip olduğu söylenmektedir. Ancak bu sayı yanıltıcı olabilir. Çünkü birbirinden bağımsız araştırmalar sonucunda aynı dile farklı isimler verildiği olmuştur, bu dillerden bazılarını hiç konuşan kalmamış ve ölü dil durumuna gelmişlerdir, bazıları ise sadece lehçe düzeyinde ayrımlara sahiptir. Bütün bunlar dikkate alındığında ortaya dünyada konuşulan 3-4 bin kadar dilin var olduğu sonucu çıkmaktadır. Ölü diller, birer kültür kaybı olarak kabul edilir. Çünkü her ölen dil bir kültürün zihniyet dünyasını ve dünya görüşünü de kendisiyle birlikte götürmüştür.
Ölü dillerden yazı bırakmış olanları ise, bugün hâlâ üzerinde çalışma olanağı bulunan diller sınıfına girer. Eski Mezopotamya (Sumerce, Assurca, Akkadça, Aramca vs.) dilleri, Eski Akdeniz ve Anadolu dillerinden bazıları (Hititçe, Urartuca, Frigçe vs.) ve Latince bu türden dillerdendir. Özellikle Latince, ölü bir dil olduğu halde, teknik nedenlerle bugün önemli bir başvuru dili olma niteliğini korumaktadır.