Türklerin İslamiyet’e girişleri, tasavvuf hareketinin İslam’da kurumsallaştığı, tarikatların oluştuğu üçüncü döneme tekabül etmektedir. İslamiyet’le birlikte tasavvufun da Türkler arasında yaygınlaşması, doğal olarak Semerkand, Buhara, Fergana gibi Türk-İslam çevrelerinde oluşmaya başlamış ve buralarda da tasavvufun temsilcilerinden şeyhlere tesadüf edilmeğe başlanmıştır. Yusuf Has Hacib ve Ahmed Yesevî’nin ortaya çıkışına kadar Türkler arasında Muhammed Ma’şûk Tûsi, Emir Ali Abû gibi mutasavvıflar da yetişti. Ahmed Yesevî ile birlikte tasavvuf hareketi Türkler arasında genel bir hâl aldı. Çünkü Ahmed Yesevî bu dönemde; Mansur Ata, Harezmli Sa’id Ata, Süleyman Hakîm Ata, Lokman Perende gibi halifeleri ve binlerce müridi yetiştirip muhtelif Türk coğrafî bölgelerine gönderdi. Yesevî’nin kurduğu bu tarikat, bunlar eliyle Türkistan’da ve daha sonra da Anadolu ve Balkanlar’da hızla yaygınlaştı.
Türklerin güney yolundan gelerek İslamiyet’i seçen gruplarının, özellikle Mâverâü’n- nehr çevresinde güçlü bir teşkilât kurduklarını görüyoruz. Hatta “Samerra devri” diye bilinen (836-82) yılları arasında Abbasi Halifesi’nin en güçlü destek olarak gördüğü Türk birlikleri, Abbasi devlet teşkilâtında nüfûzunu artırıyor, bir yandan da İranlılarla mücadele ediyordu. Bu arada Müslümanlarla Bizanslıların arasında geçen savaşlarda Türklerin de bulunduğu tarihî bir gerçektir. Bu tarihî hadiseler bir yana, Türk ve İslam tarihinde en önemli hâdiselerden biri Karahanlıların X. yüzyılda İslamiyeti resmen kabul etmeleridir. Bu büyük hadiseden sonra Türkistan’dan Doğu Anadolu’ya kadar siyasî ve kültür tarihimizin rengi tamamen değişik bir durum arz eder.
Konumuz itibariyle bu devirde Horasan ve havalisinin tasavvufî yapısına kısaca bakmamız gerekir. Birçok kültür hareketlerinin merkeziliğini yapan Horasan, Sûfî hareketlerinin de önemli bir merkeziydi. Mâverâü’n-nehr İslamlaştıktan sonra Sûfîlik cereyanı, Türkistan’a da girmiştir. Hicrî III. yüzyılda Sûfîlerle dolu olan Hemedan, Nişabur ve Merv’den sonra, IV. yüzyılda da Buhâra ve Fergana’da mutasavvıflar çoğalmıştır. Bu gelişmeler sırasında, Fergana Türkleri, kendi şeyhlerine “Bab” adını vermişlerdir. Daha önce Horasan’a gelen Türkler arasından “Mehmet (Muhammed) Ma’şuk” ve “Emr Ali Abu” gibi bazı tanınmış Sûfîler yetişmiştir. Böylece Sûfîlik cereyanı; Buhara, Semerkand ve Kaşgar gibi İslam merkezlerinden gelen dervişler, göçebe Türkler arasına girmiş ve onlara yeni fikirler götürmüşlerdir. Bu dervişler, Türk halkına genellikle şiirlerle yaklaşıyorlar, onları Allah rızası için iyilikte bulunmaya davet edip zühd ve takvayı öğretiyorlardı. Böylece medrese-tekke-halk bütünlüğü sağlanıyordu. Eski ozanların yerini dolduran bu “Baba” veya “Ata”lardan; “Arslan Baba, Korkut Ata ve Çoban Ata” ilk bilinen ünlü Sûfîlerdir. Bu ilk bilinen Türk Sûfîlerinin kimlikleri hâlâ rivayetlerden ibarettir.
Fakat bunlar arasından öyle bir Sûfî çıkmıştır ki, yüzyıllarca tesirini, manevî nüfuzunu koruyarak Türk milleti’nin âdeta fikir dünyasını tek başına ihya etmiştir. İşte bu Sûfî; Hoca Ahmed Yesevî’dir ki, Türk-İslam tasavvufunun tefekkür yapısını öz Türkçe ile yazdığı şiirlerinde ortaya koymuş, yüzlerce talebesiyle uyandırdığı manevî çerağı, yaktığı ocaklarla Ön Asya’dan Balkanlar’a kadar ulaştırmıştır. Gerek hayatında, gerekse vefatından sonra birçok kerametler gösterdiğini menkıbelerinden öğrendiğimiz Hoca Ahmed Yesevî’nin şöhreti, bütün Türk-İslam Dünyasına yayılmıştır. Bilhassa Cengiz istilâsı esnasında Harezm, Horasan ve Azerbaycan yoluyla Anadolu’ya gelen Yesevî halifeleri, Türk milletinin İslamiyeti bir gönül dini olarak sevmelerinde ilk ve tek öncü olmuşlardır.
Ahmed Yesevî’nin “Hikmetleri” de konumuz açısından önemlidir. Onun millî tarz, şekil ve sofiyâne hikmetlerinin ortaya koyduğu millî ve manevî muhtevalı manzumeleri, daha sonra Anadolu’da bir Yunus tarzı’nın doğmasında ve dolayısıyla Anadolu Türk Sûfîlerinin ilahilerinde esas mayayı teşkil edecektir. Türk tarihinde “Horasan erenleri” adıyla bilinen birinci grup; yani ilk erenler, şüphesiz Ahmed Yesevî’nin kaynağından beslenmişlerdir.
İkinci grup ise; “XIII. asırda Yesevî dervişleriyle birlikte Anadolu’ya gelmeye başlayan Şia mezhebine dahil Kalenderiye, Haydariye mensupları”dır. M. F. Köprülü, “heterodoxe bir mahiyet arz eden bu bâtıniler zümresini, saf Müslümanlığın batıl fikirlerle yıpranmasını isteyen müsebbipler zümresi” şeklinde değerlendirmektedir. Köprülü’ye göre bu batıl propagandacılar “şehirden ziyade köylerde ve göçebeler arasında müsait bir zemin buluyorlardı. Babâîler kıyamı’nın âmilleri olan bu Türkmen Babaları, şüphesiz birbirine çok hulul etmiş olan Alevî zümrelere mensup ve eski Türk Şamanlarına benzeyen Türk dervişleri idi. Moğol istilâsından sonra yakın Şark-İslam ülkelerinde, Suriye, Mısır-Memlük İmparatorluğu’nun mutaassıp sahasında “heteredoxe zümrelerin çoğaldığı” da tarihî bir gerçektir (Köprülü 1984:99-100).
İslam şeriatının koruyucu kalesi sayabileceğimiz Selçuklu Türkleri bünyesindeki mutasavvıflardan; Fahreddin-i Irakî, Evhaddedin-i Kirmanî, Konevî ve Mevlâna; bu bâtıl tarikatların gelişmesini kısmen de olsa önleyebilmiş, güçlü bir alternatif olarak karşı koyabilmişlerdir. Esasen gayr-ı sünnî görünümündeki Türkmen mutasavvıflarının kaynağı da Ahmed Yesevî gibi güçlü bir pîr’e kadar uzanır. Bu bâtıl yollara kapılan tasavvuf ehli İran sahasından geçerken yakalandıkları bâtınî temayüllerden sıyrılamayarak, “sünnî-şer’î-tasavvufî” yapının dışına çıkmışlardır.
Özellikle bir Yesevî muakkibi olarak değerlendirilebileceğimiz Yunus Emre ve Kaygusuz Abdal, Türk tefekkür tarihînde gerçekten görevlerini tam yapan mutasavvıf şairlerdir. XIII. yüzyılın bu fikrî-tasavvufî faaliyetleri, Beylikler döneminde de aynen devam ederken, devrin beş büyük tarikatından; Mevlevîlik, Nakşıbendilik, Bektâşilik, Rifaîlik ve Hâlvetîlik”in de “Türk tarikatı” olduğunu görmekteyiz.