Sainte Beuve
Çeviren: Fehmi Baldaş.
…..
Mutat tanımıyle klasik, ötedenberi herkesin takdirine mazhar olan ve kendi sahasında salâhiyeti teslim edilen eski bir yazardır. Bu manada klasik kelimesi ilk defa Romalılarda gorünür. Onlarda, çeşitli sınıflara mensup bütün vatandaşlara değil, hiç olmazsa muayyen bir rakkamla tahdit edilmiş bir geliri olan birinci sınıfa mensup vatandaşlara has manasıda classici denirdi. Bu rakkamın altında geliri olanlara, mükemmel sınıfın altında manasına gelen infra classem adı verilirdi. Mecazi manasiyla classicus kelimesinin Aulus Gellius tarafından kullanıldığını ve yazarlara tatbik edildiğini görüyoruz:
classicus assiduusque scriptor, değer ve şöhret sahibi yazar, yeryüzünde malı mülkü olan, halk kitlesine karışmıyan söz sahibi yazar demektir. Böyle bir tarif ise, edebiyat sahasında oya müracaat edilmesini, tasnif yapılması için bahis konusu olan kimsenin bir hayli yaşlı olmasını icap ettirir. Başlangıçta yeniler için asıl, gerçek klasikler tabiatıyla eskiler olmuştur.
Romalılar önceleri, acayip bir talih eseri ve kolay bir zeka oyunu sayesinde kendilerinden başka klasik tanımayan Yunanlıları klasik olarak görmüşler, onları taklit etmek için de çalışıp çabalamışlardır. Edebiyatlarının o güzel çağlarından sonra, Cicero ile Vergilius'tan sonra, Romalıların da kendilerine mahsus klasikleri olmuş, bu suretle sonraki yüzyılların klasikleri olmak imtiyazını elde etmişlerdir. Eski Latin tarihini zannedildiği kadar az bilmiyen, ama ölçü ve zevk bakımından fakir olan Ortaçağ, sırayı ve nizamı birbirine karıştırdı: Ovidius'la Homeros bir tutuldu, Boetius ise en az Eflatun'la eşit bir klasik olarak görüldü. XV-XVI. yüzyıllarda vukua gelen edebi rönesans çok uzun süren bu karışıklığı aydınlatınca, kıymetleri derece derece sıralamak imkânı bulundu. Yunan ve Latin dünyasının gerçek klasik yazarları da o devirden sonra parlak bir zemin üzerinde belirip iki ayrı taraf altında ahenkli bir şekilde toplandılar. Bu esnada yeni yeni edebiyatlar da ortaya çıkmış bulunuyordu. İtalyan edebiyatı gibi bazı genç ve yeni edebi vatlar, daha doğarken eski çağların izini taşıyorlardı. Dante ortaya çıkmış, çok geçmeden de kendi nesline mensup kimseler tarafından klasik olarak selamlanmıştı. Sonraları İtalyan edebiyatı bir hayli daraldı ama istediği anda, üstün menşeinin heyecanını ve akislerini bulmak imkânını muhafaza etti. Bir şiirin, hareket noktasını, klasik kaynağını böyle yükseklerde bulması ve, meselâ bin bir güçlükle bir Malherbe'den çıkacağına bir Dante'den çıkması küçümsenecek bir şey değildir.
Fransa henüz kendini ararken yeni İtalya, klasiklerine kavuşmuş bulunuyordu; İspanya ise kendine mahsus klasikleri olduğunu sanmakta haklıydı. Filhakika, nevi şahsına münhasır bir zeka ile istisnai bir anlayış kabiliyeti olan müstait bir kaç yazar, doğar doğmaz kırılan, tekrar başlanması gereken, mücerret ve devamsız birkaç parlak teşebbüs, bir milleti edebi servet dediğimiz o sağlam ve üstün sermaye ile teçhiz etmek için kafi gelmez. Klasik mefhumu, bizzat bir milletin kendi içinde bulunan, bir bütün teşkil edip gelenek halini alan, yavaş yavaş meydana gelen, nesilden nesile geçip devam eden, sürekli ve müstakar bir şeyi icap ettirir. Fransız milleti böyle bir saadete ulaştığını ancak, XIV. Louis devrinin o güzel yıllarından sonra ürpererek. hissetti; bundan da haklı olarak gurur duydu. Hemen herkes XLV. Louis'ye bunun böyle olduğunu, mübalağalı, tumturaklı, okşayıcı bir dille söyledi, ancak sözlerinde bir nebze hakikat payı da yok değildi. Derken, tezad dolu, can sıkıcı bir hadise oldu: Büyük Louis yüzyılının harikalarına bütün varlıklarıyla aşık olan, hatta yenilerin uğruna eskileri feda etmekten çekinmiyen kimseler, başlarında Perrault olduğu halde, karşılarına rakip ve en hararetli muarız olarak çıkanları övmek ve tebcil etmek cesaretini gösterdiler. Boileau, yenileri, yani Corneille'i, Moliere'i, Pascal'i, Boileau'nun kendisi de dahil olmak üzere asrın en büyük adamlarını medheden Perrault'ya karşı bağırıp çağırarak eskileri müdafaa etti ve onların intikamını aldı. İyi kalbli La Fontaine, bu mücadelede hakim Huet'nin tarafını tutarken, unutkanlığına rağmen bizzat kendisinin de klasik olarak ortaya atılmak üzere olduğunun farkında değildi.
En güzel tarif, örnek vermekle yapılır: Fransa, XIV. Louis yüzyılını yaşadıktan, onu uzaktan temaşa etmek fırsatını bulduktan sonradır ki, hiç bir muhakemenin temin edemiyeceği bir şekilde klasik olmanın ne demek Olduğunu öğrendi. Vuku bulan bir başka kargaşalığa kadar, XVIII. yüzyılda, dört büvük adamın vazdığı bir kaç güzel eserle, klasik mefhumuna birşeyler katmaktan geri kalmadı. Voltaire'in xıv. Louis Yüzyılı'nı.Montesquieu'nün la Grandeur et la Decadence des Romains'ini, Buffon'un les Epoques de la Nature'ünü, Jean - Jacques'ın le Vicaire Savoyard'ı ile tabiat hülyalarına ve tasvirlerine ait o güzel sayfaları okuyun, sonra da XVIII. yüzyılın, unutulması imkansız bazı bölümlerinde, gelenekle tekamül hürriyetini ve istiklali uzlaştırmağa muvaffak olup olmadığını sövleyin. Ama XIX. yüzvılın başlarında ve İmparatorluk zamanında, yepyeni ve az çok serseri bir edebiyatın ilk denemeleri karşısında, ağırbaşlı olmaktan ziyade asık suratlı ve inatçı bazı insanlar için klasik mevhumunun manası acayip bir şekilde sıkışıp daraldı. Akademinin ilk sözlüğü (1694) klasik yazarı şöyle sade bir şekilde tarif ediyordu: Son derece takdir edilen ve yazdığı eserlerin konuları üzerinde salahiyeti teslim edilen yazardır. Akademinin 1835 te çıkan sözlüğü, bu tanımı biraz daha sıkıştırıyor, müpbem olan eski tarife daha kesin, hatta daha dar bir şekil veriyor. Klasik yazarı, "her hangi bir dilde örnek yazar halini alan kimse" olarak tarif edivor;- mütaakip maddelerde ise örnek sözü, kompozisiyon ve üslup için ortaya atılan kaide kelimesi, sanatın uyulması gereken kesin kaideleri deyimi devamlı olarak tekrar ediliyor. Klasik kelimesjnin bu tanımı hiç şüphesiz öncülerimiz olan sayın akademi mensupları tarafından, romantik mefhumuna, yani mevcut veya melhuz düşmana karşı yapılmıştır. Bana öyle geliyor ki, dar anlamda ve ürkerek yapılmış olan bu tariflerden vazgeçmek, zihinleri bundan kurtarmak zamanı çoktan gelip çatmıştır.
Gerçek klasiğin tanımını ben şu şekilde duymaktan hoşlanırdım: İnsan zekasını zenginleştiren, hazinesine gerçekten bir şeyler katan, onu bir adım daha ileri götüren, tereddüde yol açmadan manevi bir hakikatı keşfeden, yahut meçhul bir tarafı kalmadığı zannedilen insan kalbinde öteden beri mevcut bir ihtirası bulup ortaya atan, düşüncesini, müşahedesini veya buluşunu herhangi bir şekilde, bununla beraber geniş ve büyük, ince ve makul, sağlam ve tabiatiyle güzel bir şekilde açıklayan, kendine mahsus bir üslupla, ama içinde herkesin kendi üslubunu bulduğu bir üslupla, hiçbir yeni kelimeyi ihtiva etmediği halde yeni sayılan bir üslupla, aynı zamanda hem yeni hem eski olan bir üslupla, bütün çağların kolaylıkla anlayabileceği bir üslupla yazan adamdır.
Böyle bir klasik bir an için ihtilalci olabilir, hiç olmazsa öyle görünebilir; aslında ihtilalci değildir; önce etrafındakilere tahakküm ettiyse, kendisine engel olanları devirdiyse, bunu sırf, nizamın ve güzelin lehine çabucak bir müvazene kurmak için yapmıştır.
Benim, bile bile geniş ölçüde ve kalbur üstü yaptığım bu tarife, sözün kısası, mertçe yaptığım bu tarife istersek isimler de katabiliriz. Mesela ben, en başta Corneille'in Polyeucte, Cinna ve Horace adındaki tragedyalarını koyardım. Arkasından Fransız şiirinin en olgun dehası savılan Moliere'i getirirdim. Tenkid dünvasının kralı olan Goethe bakın ne diyor:
"Moliere öyle büyüktür ki, herhangi bir eserin tekrar okuduğumuz zaman bizi hayretler içinde bırakır. Bambaşka bir insandır o; piyesleri tragedyaya temas eder; hiç kimse onları taklit etmek cesaretini gösteremez. İnsan zâfının, baba ile oğul arasındaki her çeşit seygivi yok ettiği Cimri'si, en üstün eserlerden, son derece dramatik eserlerden biridir... Bir tiyatro piyesinde aksivonların herbiri bizatihi önemli olmalı ve daha büyük bir aksiyona doğru gitmelidir. Bu bakımdan Tartufe, mükemmel bir örnektir. İlk sahnede entrika ne güzel bir şekilde gözlerimizin önüne serilivor. Daha başından itibaren her şevin üstün bir manası var; her şev bize, çok daha önemli bir şeyle karşılaşacağımızı gösteriyor. Bu arada şunu da söyliyeyim ki, Lessing'in falan pivesinde de entrikanın gözlerimizin önüne serilişi çok güzeldir, ama Tartufe'ünki yeryüzüne bir kere gelir. Bu nevide en büyük olanıdır... Nasıl ki arasıra büyük İtalvan üstatlarından kopye edilmiş bir resme bakarsam, Moliere'in de her yıl bir pivesini okurum".
Klasik kelimesinin yukarıdaki tanımının, alışık olduğumuz tanımı azıcık olsun aştığını inkar edecek değilim. Klasik kelimesinin tanımına, bütün şartlara hakim olup hemen hemen hepsini içine alan nizam, usluluk, itidal ve akıl şartlarını da sokarlar. M. Rover-Collard'ı övmek zorunda kalan M. Remusat diyor ki: "O, zevkteki saflığı, deyimlerdeki özelliği, cümle teşkilindeki değişikliği, ifade ve düşünceyi belirtmek hususunda gösterdiği titizliği her ne kadar klasiklerimizden almışsa da bütün bunlara verdiği çeşni, kendi öz malıdır". Görülüyor ki burada klasik diye vasıflandırılan şev daha ziyade tenasüp ve tenevvüdür, süs ve itidaldir: umumun anlayışı da zaten budur. Bu manada mükemmel klasik, doğru gören, makul, zarif, açık olmakla beraber kuvvetli tarafı hafif tertip kapalı, asil ihtirasları olan orta derecede bir yazardır. Marie Joseph Chenier, bahtiyar tilmizlerinden biri olarak göründüğü bu mutedil ve mükemmel yazarların şiir telakkisini şu mısralarla bakın ne güzel tebarüz ettiriyor;
Bu mısraları yazarken şair, muhakkak Pope'u, Despreaux'yu ve hepsinin üstadı olan Horatius'u düşünüvordu. Muhayyile ile hassasiyeti akıldan sonra tutan yeniler arasında ilk defa olmak üzere Seatigero tarafından ortaya atılan bu nazariyenin esası, asıl manasiyle Latin nazariyesidir; aynı nazariye uzun zaman ve ter cihan Fransız nazariyesi olarak da kalmıştır. Şu akıl kelimesi yersiz kullanılmaz, suistimale uğratılmazsa bu nazariyenin hakikatla ilgili tarafı olduğunu görürüz; ama suistimale uğradığı muhakkak...