Sami Paşazade Sezai
Küçük Şeyler Sadeleştirilmiştir.
Küçük Şeyler
Sadeleştirilmiştir.
Haseki taraflarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız duran üç odalı bu ev, bir mezar gibi, ebedî bir sükûnet ile kuşatılmış idi. Terk edilmiş ve unutulmuş bir hâldeydi... Çatısından kopan bir tahta, damından uçan bir kiremit, duvarlarından yuvarlanan bir taş, senelerce düştüğü yerde kalırdı. Ara sıra ihtiyar bir Rum karısı cadılara mahsus dehşet ve sükûnetle dışarı çıkarak ev malzemesini tedarik için alelacele eve girip kaybolurdu. Evin küçük bahçesinde duvara yakın bir büyük ağaç, temmuzun o ateşli güneşi İstanbul'un bu cihetlerini yakıcı bir hararet içinde bıraktığı zaman, yapraklarının arasına gizlenmiş serin bir rüzgâr neşretmeye başlayarak o evin, o mahallenin bir büyük yeşil yelpazesi gibi havayı yeniler ve değiştirirdi. Hiçbir kimsenin geçmediği, hiçbir sadanın işitilmediği harekât-ı insaniyenin nadiren görüldüğü bu evde, bu tenha sokakta hayat belirtisi gösteren yalnız bir ağaçtı... Bahar gelince çiçeklerle donanır, yazın yapraklarla süslenir. Dallarının, yapraklarının arasında yuva kurmuş olan kuşlar âlemi ziyaya karşı uçuşurlar. Hep birlikte ötüşerek uzaktaki tarlalara gittikten sonra yine yeşil memleketlerine avdet ederler. Bu azimet ve avdet, bu sevişmeler, bu ötüşmeler, bu uçuşmalar, heyecanlı bir hareket-i umumiye hasıl eder.
Yazın bir cuma günü öğle üzeri bu evden koltuğunda bohçasıyla çıkan bir adam kapısını itina ve dikkat ile kapadıktan sonra yoluna devam etmeye başladı. Arkadan bakılınca omuzlarıyla belinin genişliği bir derecede bulunacak kadar şişman olan otuz üç yaşındaki bu adamın enli fakat pek kısa bacakları, üzerindeki yükü bu kaldırımların arasında istediği tarafa götürmekte müşkilat çektiği görünüyordu. Bu sokaklarda ilerledikçe sükûnet derece derece artarak ta uzaktaki bir mahallenin kaldırımlarından geçen bir arabanın gürültüsü, camları, çerçeveleri kırılmış bir evin iç tarafından bazı çocukların ağlaması işitilir, ara sıra esen sıcak bir rüzgârın kaldırdığı tozlar gündüzün ziyasını gamlı tozlar ile lekelerdi.
Bu uzak mahallelerin tenha sokaklarında mütefekkir, mahzun bir surette yoluna devam eden bu adam, halkı güldürmek için gidiyordu.
Evinden çıktıktan yarım saat sonra idi ki Orta Çağ mesirelerinden olan Yeni Bahçe'ye vasıl oldu. Karşısında, o her avuç toprağı, her yıkılmış taşı çökmüş bir asır olan duvarların arasında, güya birkaç yüz sene evvelki baharın yetiştirip hazanın o kûşe-i nisyanda unuttuğu soluk, baygın çiçeklerden birkaç tane kopararak yine o duvarların ortalarında semaya doğru açılmış mai pencerelerinden hızlı uçuşlarıyla girip çıkan kırlangıçların, diğer kuşların, başı ucundaki hisarın ta tepesinde kanatları tutunacak surette uçuşan kuşların Bizanten usul-i musikisini andırıyor gibi gelen seslerini dinledikten sonra, orada, o harap kalelerin yanında, o asırların azametinin altında, ince tahtalarla inşa edilmiş ve yıkılmamak için etrafına destekler vurulmuş bir binanın önüne geldi.
Bu binanın kapısının üzerinde beyaz kâğıda büyük siyah yazıyla şu levha asılmıştı.
MEŞHUR PASKAL'IN PANDOMİMASI
Burada her cuma ve pazar günleri meşhur Paskal enva-ı türlü hünerler ve gülünçlü oyunlar icra eder. Rağbetlû müşterilerinin teşviklerini kazanan Paskal her hafta yeni yeni oyunlar temaşa sahnesine koyacaktır.
Paskal kendisi idi. Tiyatrosunun kapısından girip bohçasını açarak hiç değişmeyen oyununa mahsus şalvar biçimindeki beyaz pantolonunu, yakası oymalı beyaz saltasını, başına sivri beyaz külahını giydikten ve tekmil yüzünü unlara, kurbağa bakışlı siyah gözlerinin alt kapaklarını kırmızıya boyadıktan bir saat sonra idi ki boş zihinlerle gailesiz gönüllerden çıkıp yükselen kahkaha sada-ları ve alkış avazeleri arasında "oyunlar icra ediyordu".
O gün bu teatr bütün iftihar ve maharetini ibraz ettiğinden her şey şevke gelmişti. Tavanını teşkil eden bir yelken bezi rüzgâra karşı neşesinden öte beriye atılarak içerideki havayı yenilediği ve tahtaların aralarından nüfuz eden güneşin altın zerreleri tozdan oluşan bir sütunun içinde birtakım böcekleri oynattığı gibi tiyatronun mızıkası olan bir laterna da ihtiyarlığın çöküş çizgileri görünmeye başlamış çirkin çehresi düzgünler, yorgunluklar ve vücudu zorlayan çalışmalardan dolayı her tarafı sarkmış etlerden oluşan endamı, çok kullanılmaktan solmuş kanarya sarısı atlaslar içinde, bir kadını raksettiriyordu.
Oyunda bu kadına âşıklık vazifesini icra eden Paskal'ın, ilân-ı muhabbet için dilini çıkarması ve şükran ifadesi olmak üzere takla atması oradaki halkı çok güldürüyordu. Tiyatrosunun bezden tavanını başının üstünde tutan ortadaki muharrik direğe arkasını dayayarak oyunu temaşa eden bir seyirci "Paskal'ın dilini çıkarması yok mu? İnsan buna gülmekten bayılır." diyordu.
Zaten bunu orada küçük iskemlelerin üzerinde oturanların ekserisi tasdik etmişti.
Oyuncuların yanındaki locada, o samimi, o masum, o çocukça gülüşleri hayatın elemlerine teselliler veren genç kızlardan biri, kemal-i neşe ile kanatlarını sallayarak uçuşan kuşlar gibi, o küçücük pembe dudaklarının üzerinde nurani bir tebessüm olduğu hâlde, sevdayı okşayan ellerini birbirine çırparak Paskal'ı alkışlıyordu.
Eftalya ismindeki yirmi yaşında bu genç kız ihtiyar validesiyle hemen her hafta locaya gelirdi.
Validesi: "Kızım burada çok mu eğleniyorsun? " diye sorduğu vakit, kerimesi; Paskal'ı bundan evvel ölen sevgili köpeğine benzettiğini ve bazen de hâl ve tavrı, bir kere görüp de pek hoşuna giden bir maymunu andırdığını söylerdi.
O gün ise beyaz ketenler, seherî tebessümler içinde bulunan bu genç kız, o gürültüler arasında, alaycı takdirine bir delil olmak üzere locadan çiçek atıyordu.
Attığı bu çiçekler, Paskal'ın yüzüne, göğsüne dokundukça eliyle kalbini tutarak en can alacak yerinden vurulmuş bir yırtıcı hayvan gibi acı acı feryat ediyordu. Bir iki dakika sonra tiyatrosunun iç tarafındaki toprağın üzerine oturarak hâlâ güldürdüğü adamların kahkahaları devam ederken içini çeke çeke ağlıyordu.
Gözünden dökülen yaşlar yüzündeki unları, kırmızı boyaları bozarak kıvılcım taneleri gibi o harap duvarların yıkılmış taşlarına damlıyordu.
Bu zavallı Paskal o güzel Eftalya'yı seviyordu! Bu noksan vücut o mükemmel yaratılışa âşık olmuştu.
Fakat gönlünün en gizli bir köşesinde hıfzettiği bu muhabbeti kimseye söylemeye, küçükten beri mahrem-i her hâli olan evindeki ihtiyar hizmetçisiyle hasbihâl etmeye hatta kendi kendine düşünmeye bile cesaret edemiyordu. Zira kimseye itimadı, hiçbir şeye itikadı olmadığından zihninde gizlenerek hayat sebebi olan muhabbet sembolünün görünmesinden çekiniyordu. Ömründe bir kadının okşayıcı nazarına, hiç kimsenin iltifat eder gibi muamelesine nail olmamıştı.
Kendisinden beklenilen yalnız güldürmek. Bak, bu yıkılmış hâlinde, gözyaşları içinde boğulduğu şu kırgınlık ve ümitsizlik zamanında, herkes kahkahalarla gülüyordu.
Evet, kimseye söylemeye hatta düşünmeye bile cesaret edemiyordu.
Oyun bittiği cihetle akşamdan sonra yine bohçasını koltuğuna alarak geldiği yoldan çekinerek evine avdet ediyordu.
Yolun yarısında, asabi bir hâl ile arkasından bir şeyin takip ettiğini, o şey-i meçhulün gözlerinden girerek ruhunun harem dairesinde gizlediği güzel Eftalya'sını görmek istediğini hissediyordu. Bir çekingenlik ve telaş hâli ile başını çevirdi. Ay! Yarısından büyük bir kısm-ı nurânîsi Ayasofya'nın âli kubbesinin üzerinden zuhur ederek ilk şuası o tenha sokağın arasına düşmüştü. Evine vâsıl olup biraz bir şey yedikten sonra odasına çekildi. Aradan birkaç dakika güzar etmişti ki odasının kapısını açarak içinde kimse olmayan evinde birisinin dolaşıp dolaşmadığını, penceresini kaldırıp sokaktan kimsenin geçip geçmediğini anladıktan sonra güzel Eftalya'sını düşünmeye başladı.
Bugün oyunda kendisine niçin o kadar ziyade gülmüştü acaba?.. Koynundaki çiçekleri çıkarıp bir hürmet-i dindarâne ile öptükten sonra hücresinin en yüksek cihetine koydu!
"Bu çiçekler. Ah bu çiçekler... Beni öldürecek!" diyordu.
Kendisini bir kere kabul edecek olursa... Bu hücreleri saksılarla donatacak. O güzel Eftalya'sını şu köşeye oturtacak. Kendi kendine ayağa kalkıp oda kapısının eşiğine oturdu! Ne garip hikâyeler söyleyecek, bütün gece güldürecek! (Galiba gündüzün kendisine gülerek bakan o büyük siyah gözler bunu ziyadece mest etmişti).
Mesela şimdi odaya giriyor... Bir güzellik tanrıçasının karşısındaki putperest gibi başını tahtaların üzerine koydu. Bir müddet o vaziyette kaldıktan sonra gayet güzel rüyalı bir uykudan uyanır gibi hâl ile başını kaldırdı. Ah, pek de çirkin... Âlemin maskarası... Ağlamaya başladı.
Bu çok uzak hayaller içinde iken o büyük ağaçtaki kuşlar ötüşmeye başladılar. Sabah oluyordu.
Bîtab-ı hayal olarak orada bir köşeye düştü.
Son gününde bir haber-i matem getiren o ay ne kadar süratle cereyan edip gitmişti. İki haftadan beri tiyatrosuna gelmeyen Eftalya evleniyordu. Senelerden beri hiçbir ses sada işitilmeyen bu evden, o günlerde birisinin hıçkıra hıçkıra ağladığı işitilmişti.
Bu zavallı Paskal bir cuma günü, locaya kocasıyla beraber gelen Eftalya'yı güldürerek ve dayanılmaz üzüntülerinden renk vermemek için başını önüne eğerek büyük bir hızla evine gidip içine kapandığı odasının kapısını sürmeledi. Ertesi sabah öğleden sonra kapısını kıracak gibi vuran ihtiyar Rum karısı hiçbir cevap alamayınca büyük bir korku ve telaş ile mahalleden topladığı adamlarla kapısını kırıp odaya girdiler. (... )
Hayatında herkesi güldürdüğü hâlde ölümünde kimseyi ağlatmayan zavallı Paskal'ın bu seferki hâli taklit değil, ölüm gibi hakikat idi.