Memduh Şevket Esendal
A.B.T.İ. Müdürlüğü Hesap İşleri Kalemi’nde yoklama masası işyarı Haşmet Gülkokan, Soma’da doğmuş, İstanbul’da büyümüş, Ankara’da Gümülcine’li bir bayanla evlenmiş, iki de sevimli çocuk sahibi olmuş, kırk yaşlarında, kısaca boylu, buğday benizli, güler yüzlü, konuşkan bir adam; iş saati bitip de kaleminden çıkınca, doğru Şakir’in fırınına gidip ekmeğini alır, evin yolunu tutar. Para kıt, geçim de dar ise de, evdekiler yoktan anlamazlar, bulup buluşturup bir şeyler almalı, çantayı, kesekâpıdını, cepleri, koyunu koltuğu doldurup eve öyle gitmeli. Araştırıp ucuzunu bulmadıkça, dükkânlarda çene çalmadıkça çanta dolmaz; tanıdıklarından biri rast gelirse, durup konuşmak söyleşmek, dedikodu etmek de var! Kolay mı! Haşmet Gülkokan, gün olur ki evine, sular karardıktan, ışıklar yandıktan, geceden de biraz geçtikten sonra varabilir. Evden bilirler. Merak etmezler. Merak etmediklerini Haşmet de bilir, acele etmez, ağırdan alır. Nasıl ki bu akşam da ağırdan alıyor. Ekmeğini alınca doğru Hal’deki sakatatçıya uğradı.
―Gülüm, bizim ciğer, diye sordu.
―Hazır Haşmet Bey.
―Ne? Hazır mı? Hay ömrüne bereket. Hangi dağda kurtlar öldü! Bense atlatacaksın diye, biraz küfür hazırlamıştım. “On gün oldu, parasını verdik, nöbetini bekledik, gene de ciğeri alamadık. Dağ mahallesinin karılarından da aşağı olduk. Bu ne yüzsüzlüktür, ne kepazeliktir a şekerim!...” diyecektim. Küfür deyip de geçmeyelim, adamın karnının şişini indirir. Sinamekiden daha iyidir. Şimdi bütün söyleyeceklerimden vazgeçtim. Tövbeler olsun! Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime! Senin şimdi kâğıdın da yoktur, al bakayım şu gazeteyi. Bak, iyiliğimi unutma. Sar şu ciğeri, koy şu çantaya, oh!
Ömür bee! Yürü Haşmet yürü, saçın sürünsün! Masal etme gene aşığın cuk oturdu.
Haşmet Bey yürür, karşıki sıraya geçip, balıkçıya:
―İhsan Bey gülüm, çavelyaları boşaltmışsın!
―Çıkmıyor, Haşmet bey. Dere balığı var, almaz mısın?
―Yayın kafasından çorba, oooh! Bayılırım! Bilen olmalı da, pişirmeli de, Haşmet de yemeli de, sen de karşısına geçip seyretmelisin. Bak ne şeker olur. Yengen bu işlerden çakmaz. Bize kaba balık ister. Palamuttur, toriktir, sivridir, altıparmaktır. Tavasını yapar, bolca limonu basınca, biraz da tahin helvası aldın mı, mis! O mübarekler de şimdi çıkmaz oldu. Benim sormam da hani yârenlik olsun, anlarsın ya! Hadi, hoşça kal bakalım!
Haşmet Bey yanındaki dükkânın önünde durup kalfaya:
―Gülüm, salata malata alabilir miyiz?
―Vereyim bayım!
―Ver ya, ver ama ne bileyim, bizim keseye uyar mı?
―Üçünü otuz yedi paraya veriyoruz.
―Aman gülüm, bu ne hesap! Kuyumcu musun? Yeşil salata alıyoruz. Bu kadar ince hesap olur mu? Bu mübarek ottur.
(…)
―Ulan Haşmet, yoksulluk maskaralık bee! Herif yüzüme bile bakmıyor. Kör olsun Necibe Kadın’ın tavukları. Ben salata mı alırdım! Komşu hatırı. Biraz ekşice söylesen, bizim bayan darılır.
Haşmet Bey, köşedeki dükkândan salatalık, limon alır, Hal’den çıkar. Suluhan’a doğru inecek oradaki dükkânları tarayacak olur; karşısına İstanbul’dan tanıdığı bir arkadaşı çıkar.
―Vay gülüm, nereden bu geliş?
―Haşmet Bey, sen Doktor Vasfi Bey’in evini biliyor musun?
―Hangi Vasfi Bey, gülüm! Ne var, hastan mı var?
―Hastam yok. Sen evini biliyor musun?
―Bilirim. Şurada Tezgâhçılar’da bir apartmanı vardır.
―Gel şu evi bana göster.
―Gülüm, ben ufak tefek alacağım.
―Bırak şimdi ufak tefeği…
Haşmet Gülkokan sürüklenir. Hem gider hem de konuşurlar. Haşmet sorar:
―Anlat bakayım, işin nedir, şekerim?
―Ödünç para isteyeceğim; Haşmet Bey.
―Hııımm! Önemli bir konu! E, isteyeceksin, o da verecek mi?
―Bilmem. Veriyormuş. Senin bir tanıdığın var mı? Ondan alalım.
―Benim tanıdıklarım benim gibidirler. Hiçbirinden beş para çıkmaz.
―Ben birkaç gündür arıyorum, birkaç yere de baş vurdum, boş çıktı. Sen ne yapıyorsun? Paran var mı?
―Benim gibi herifte para olur mu, şekerim!
―E, nasıl geçiniyorsun?
―Bilmem gülüm.
―Karın çalışıyor mu?
―Evin işini o yapar.
―Bir anafor, filan!
―Bizim daire akıntıdır.
―Bilmem dedim ya, gülüm. Geçiniyorum işte! Mutemetten ödünç alırım. Birinde alacağım var, bu ay onu aldım. İşte ne bileyim. Geçiniyoruz. (…)
Haşmet, Suluhan’dan yana gitmekten vaz geçer, Adliye Sarayı’na doğru yürür. Tam köşede bir arkadaşı ile karşılaşır.
―Vay gülüm, ters gidiyorsun, evin yolunu şaşırmışsın.
―Şuraya gözlükçüye kadar gidiyorum. Bizim kızın gözlüğü kırılmış. İstersen dön. Beş dakikalık işim var. Sonra birlikte gideriz.
―Geç kalmaz mıyız, şekerim.
―Adam, yeni evli değilsin ya!
―Değilim gülüm.
―Şuraya, köşeye kadar gideceğiz.
―Gidelim gülüm.
Haşmet Gülkokan döndü. Yürüdüler. Birkaç adım gittikten sonra arkadaşı sordu:
―Yahu dedi, ne diyorsun, kavgaya biz de girişiyor muyuz? Haşmet arkadaşının yüzüne baktı.
―Aman şekerim, dedi, bunu benden mi sorarlar.
―Senden sorarlar ya! Niçin, sorulmaz mı?
―Sorulmasına sorulur ya! Bakarsın, benim atacağım tutar. Boş bulunur, sen de inanıverirsin de ben de ona yanarım.
―İnanmam, korkma! Sen beni o kadar da aptal mı sanıyorsun?
―Yok ama, insan boş bulunur da…
―Hiç boş bulunmam. Sen söyle, söyleyeceğini.
―Eh, öyleyse dinle: Gülüm, biz de kavgaya gireceğiz. Hem çok sürmez görürsün. Gireceğimizi de anlayınca, herifler tepemize dikilirler!
―Etme yahu…
―Etmeyi, yapmayı sen onlara anlatırsın. Biz bu gibi şeylerden korkan takımı değiliz. Sen korkuyor musun?
―Ben kendi payıma korkmam ama, çoluk çocuk korkmaz mı?
―Alışırlar bee! Bomba altında yaşayanların canları yok mu?
―Ben çocukları Haymana’ya aşırsam mı dersin? Orada bir tanıdığım var. Sen ne yapacaksın?
―Ben mi? Sen bana bakma gülüm. Bana Gülkokan demişler. Beni hiç kimse iki kerre öldüremez. Anladın mı şekerim? İşler ederim ki, bu yeryüzünde ad olur. Benim gibi bir ahu parçası doğuran anaya da aşk olsun!
Gülkokan söylenerek dükkânların önünde takılarak, şekerciye uğrayıp çocuklara şeker alarak Samanpazarı’na çıkar, Cebeci’ye doğrulur. Hamamönü’ne kadar iner. Eskici dükkânına girerek:
―Günaydın eskici başı! Bizim bayanın ayakkabıları için bir diyeceğin var mı? diye sorar. Eskici boynunu bükerek:
―Haşmet bey, Bey’im!, der, bak şu halime! Sabahleyin dükkândan çıktım, daha şimdi geliyorum. Sor, çıraktan. Hava parası olmadı mı, hiçbir iş olmuyor. Daha ağzıma bir lokma ekmek koymadım. Allah seni inandırsın!
―Doğru tosunum, Allah seni inandırsın. Yoksa benim kendi kendime inanacağım yok. Sen iş peşinde koştuğunu söylemesen, ben seni şu sinemaya gitmiş sanacaktım.
―Kapıda mı gördün? Resimlere bakıyordum, içeri girmedim. Haşmet gözlerini tavana kaldırdı:
―Ey Ulu Tanrım, dedi, şu Haşmet’i ne akıllı yaratmışsın! Şu bendeki atışa bak, sonra da tutturuşa bak! Bu hergeleleri nasıl da tanırım. Dükkânı çırağa bırakıp akşama kadar, Kayserilinin kahvesinde tavla oynar mı oynar! Sinemalarda dolaşır mı, dolaşır! Kursağında da ekmek ufağı yok mudur, yoktur! Ne diyeceksin, hiç… ne ise aslanım, şimdi bu lakırdıları bırakalım da sözümüzün özüne gelelim. Şu bizim pabuçlar ne olacak? Öyle kutlu bir günceğiz gelecek mi ki, bizim bayan pabuçları ayağına geçirsin de şuracıktan tıkır tıkır geçsin! Senin de yedi göbek geçmişine rahmet okusun, ha? Söyle, gülüm tam iki ay oldu.
―Haşmet Bey, bana iki gün izin veremez misin?
―Gülüm can sana kurban… Vermeyip de ne halt edeceğiz? Şimdi pabuçları geri getirsem bulması iki gün sürer. Belki de hiç bulunmaz.
Haşmet Gülkokan yürür, beş on adım ötede, bakkalın önünde ilişir. Bakkal, portakal sandığını açmış, dükkânın dışına duvara dayayıp eğrice koymuş. Haşmet bunu görünce, söylenir:
―Ulan, bizim sokak çocukları ne insan şeyler be! Bu portakallara ‘gel gidelim’ demiyorlar. Yüksek sesle dükkânın içine seslenir:
―Bay Haktarlar! Gülüm neredesin?
―Buyurun Haşmet Bey.
―Şekerim bu portakalların hediyesi kaça?
―Halis Dörtyol’dur, Haşmet bey. Korkma al… son turfanda. Bir daha geleceği de yok.
―Parasını da sorayım mı?
―Haşmet Bey, şuradan Hal’e kadar bir zahmet et, bak kaça veriyorlarsa, iki kuruş aşağısına ben vereyim.
―Aman gülüm bayılacağım, portakal almanın kestirme yolu bu mu? Böyle kurumuş portakal Hal’de ne gezer!
―Kurumuştur ama, içi bal gibidir. Biz o senin dediğin malı dükkânımıza sokmuyoruz. Bizim müşterimiz kibar müşteri.
―Elmasım bu kibar müşteriler içinde ben de var mıyım?
―Varsın ya! Bugüne bugün sen de masa başında oturuyorsun. Sana da Devletten bir iş vermişler. İstersen herifleri başına karşına diker, iki gün oynatırsın.
―Doğru şekerim. Biraz paramız kıtça ama, kibarlığımız var ya!
―Paran kıtsa itibarın sağ olsun. (…)
―Eksik olma gülüm, almış kadar oldum. İyiliğini de ölünceye kadar unutmam. Şimdilik hoşça kal da, portakallar için başka gün konuşuruz. Yalnız şunu da söyleyeyim ki, bunlar biraz daha kurursa köpek kovalamaktan başka bir işe yaramaz. Ben seni kurtarayım demiştim.
Haşmet söylenerek mahallesine indi, önünden geçtiği küçük bir evin bahçesinde, eski bir kilimi silken bir adama:
―Akşamlar aydın Bay Sabri, dedi. Unu getirdiler mi, unu?
―Getirmediler Haşmet Bey.
―Getirirlerse beni unutma. Çocuğun bacağı nasıl oldu?
―İyidir kapanıyor.
―Ben sana demedim mi? Kapansın bakalım.
Birkaç adım yürüdükten sonra elinde sirke şişesi ile bakkala giden yaşlı bir kadına:
―Fatma Hala, paraları hazırla! Kaput bezini alacağım, kağıdını getirdiler. Perşembeye hazır.
―A, eksik olma Haşmet Bey. Ama, ben şimdi parayı nereden bulayım? Çok para mı? Sen alsan da ben sana ödesem…
―Yo, hiç öyle şakaya gelemem. Sözünden de cayma. Sen bana ‘al da parası hazır’ demedin mi?
―Demişimdir, demişimdir ama, şimdi inan ki on param yok.
―Ben tanımam. Torunun iki hafta sinemaya gitmesin. Canı çıkmaz ya! Yahut güveyin olacak o sarhoş herif iki kadeh az zıkkımlansın.
Aralarındaki evin penceresinden bir erkek sesi:
―Haşmet Bey, günahımı alma.
―Vay gülüm, sen orada mı idin? Bülbülü an, kafesi yanına koy derler. İçerden bir kadın sesi:
―Haşmet Bey, Tahsin bıraktı siz mi başladınız?
―Vay sayın bayan, siz de mi buradasınız? Sayın eşiniz daha ayılmadı. Geçmişleri anıyorum da ağzı kulaklarına varıyor.
Bu sırada Haşmet’in oturduğu evin bahçe kapısı açıldı, iki erkek çocuk koşup babalarına sarıldılar. Haşmet bunları görünce:
―Amanın şunlara bakın, dedi, Yaradan’ın birliğine emanet. Çocuk değil ay parçası. Nasıl da kendime benzetmişim!
Çocuklardan sonra Haşmet’in karısı geldi. Kocasının elindeki çantayı, paketleri aldı.
Haşmet’in kendisi gibi güler yüzlü olan karısı, Tahsin ile karısına gülümsedi, sonra da kocasına:
―Bitir artık Haşmet Bey, dedi, bu senin halin ne olacak? Bu ne kadar lakırdı? Rahatsız olacaksın.
―Kul olsun sana Haşmet! Tanrım öğmüş yaratmış! Karısı:
―Ama, artık çok oluyorsun, yürü bakayım eve, dedi. Haşmet’i eve soktular. Kapıyı kapayıp sürgülediler.
Yaşayışından rasgele bir yaprağını yazarak, iyi bir adam, doğru bir adam olan Haşmet Gülkokan’ı siz okuyucularıma tanıtmak istedim ki, günün birinde ona bir dükkânda, bir tanıdığın evinde yahut sokakta rast gelirseniz, yahut bir işiniz düşüp de dairesinde karşısına çıkarsanız, bilesiniz; konuşup görüşesiniz. Bir hizmetinizde bulunabilmek, işinizde size yardım etmek, size yararlı olabilmek için çırpınacak, elinden geleni yapacaktır. Sizden istediği karşılık da, yalnız bir güler yüz, bir iki tatlı sözdür.