Sevtap Ayhan
Fakir Baykurt Öykü Yarışması 2.lik Ödülü (2019)
Sabahın erken saatlerinde Koza Han’ın taç kapısına bir kadın geldi. Cüssesine göre büyük, beyaz bir poşet taşıyordu. İhtiyardı. Belinden öne doğru eğik bedeninden beklenmeyecek bir çeviklikle iç avluya kadar geçti. İçeride geniş kenarlı şemsiyeler, dipdibe masalar, çınarların gölgesinde iyice gelişen ortancalar arasından yükselen şadırvanlı mescide, bir süre gözleri takıldı. Üst kata, İpekçiler Çarşısı’na çıkan merdivenin başında durdu. Poşeti dizlerine yaslayarak yere bıraktı. İki eli belinde, eğik bedenini olabildiği kadar doğrulttu. Dimdik yukarı çıkan basamaklara ağlamaklı baktı. Gençliğinde sayısız defa inip çıktığı bu merdiven o zamanlar bu kadar acımasız değildi. Yanından geçmekte olan iki adam, ihtiyarı fark etti.
“Annem, yukarı mı çıkacaksın?” diye sordu biri.
“İhtiyarlık yavrum.” diyerek mahzun cevapladı kadın. Adamlar bu cevabı “Evet” olarak kabul ettiler.
“Ver bakalım şu poşeti bana.” dedi diğeri.
İki adam, iki kolundan kavrayarak kadının ayaklarını yerden kestiler. Anne babaların küçük çocuklarıyla oynadığı “Uçtu, uçtu, kuş uçtu.” oyunu gibi bir şeydi yaptıkları. Adamlar basamakları hızla çıkıyor; “Hop hop hooop” diyor, gülüşüyorlardı. Kadın şaşkındı.Heyecanlandı, soluğu kesilir gibi oldu. Ağzı açılıyor, kaşları havalanıyordu . Çocukken böyle neşelendiği zamanlar olmuştu. Adamlar onu en üst basamağa “İşte bu kadar.” diyerek bıraktılar. Poşeti eline tutuşturarak yollarına devam ettiler.
“Hay Allah ne muradınız varsa versin!” diye seslendi arkalarından.
“Çok yaşa, annem!” diyerek ardına dönüp el salladı daha iri olan.
Adamların bıraktığı yerde eşarbının düğümünü gevşetip tekrar sıkacak, pardesösünün eteklerini çırpacak kadar oyalandı. Poşetin içine şöyle bir göz atıp hareketlendi. Han’ın yan yana, kutu kutu dizilmiş dükkanlarını; ipekleri, şalları,renkleri,desenleri, vitrin mankenlerini geçti. Hiçbir şeye alıcı gözle bakmadı. Kagir revakların, tuğla örgülü kemerlerin arasından kesme taşları sessizce adımladı. İç avludan yükselen çınarları, ıhlamurların baygın kokusunu, erkenci misafirlerin sağlı sollu geçişlerini fark etmez gibiydi. Renksiz, şekilsizdi. Yüzünde halâ az önceki beklenmedik uçuştan kalan yayvan gülüş duruyordu. Bu gülüş ve elindeki poşet olmasa onun Han’da dolaşan bir hayalet olduğunu sanabilir insan.
Çarşının ilk köşesini döndü. Birkaç metre ileride, girişinde allı morlu, uzunca bir elbisenin asılı olduğu dükkâna girdi.
“Sabah şeriflerin hayrolsun, Fikret Bey oğlum.”
Dükkân sahibi cam tezgâhın arkasındaki rafları düzeltmeyi bıraktı. Ellili yaşlarda, tıknaz, yumuşak bakışlı bir adamdı. İlk görüşte insana güven veren temiz yüzü dolgun ve tıraşlıydı. Sıcacık bir ifadeyle “Hoş geldin, Refika Hanım. Buyur gel, gel otur şöyle.” diyerek köşedeki sandalyeyi gösterdi. Bir taraftan kadının elindeki poşeti aldı, cam tezgahın üzerine bıraktı. Tekrar tezgâhın arkasına geçerken “Çay söylüyorum, içeriz.” dedi.
Kadın gösterilen sandalyeye oturdu. Sağ elini minnetle göğsüne bastırdı: “İçmiş kadar oldum yavrum. Çay, kahve almıyor artık içim.”
“Bana da dokunmaya başladı aslına bakarsan ya, içiyoruz işte.”
“Canın çekerken iç, yavrum. Kocayınca insanın ağzının tadı kalmıyor.”
“Doğrudur Refika Hanım, doğrudur. E, nasılsın görmeyeli?”
“Hamdolsun. Emanet halâ ten kafesinde. Sen nasılsın yavrum? İşler nasıl?”
“Şükür diyelim, Refika Hanım. İdare ediyoruz. Bu defa ne getirdin bakalım?”
Adam çoktan poşete uzanmıştı. İçinden, büyük bir çengelli iğneyle dört ucu iliştirilmiş, beyaz bir bohçayı çekerek çıkardı. Açmak için müsaade istercesine kadına baktı. Kadın iki büklüm oturuşunu dikeltmeye çalışarak “Aç bakalım.” dedi. Kendisi de içinden ne çıkacağını bilmez gibi merakla seyre koyuldu. Bohçanın dört köşesi lavanta kokuları saçarak ayrıldı. Adam, yakası üste gelecek şekilde özenle katlanmış giysiyi ustalıkla tezgaha serdi; nar kırmızısı, capcanlı bir kaftan. İnce belli, orta boylu. Omuzları geniş, dipdiri. Yenleri zarif, dirsekten bileğe genişliyor. Sim çiçekli sırma dallar kıvrılıyor, içiçe geçerek birbirine dolanıyor. Sonra uzayarak ayrılıyorlar. Hüzünlü biraz.
Dükkân sahibi bir sarraf titizliğiyle kaftanın içini dışını yoklamaya başladı.
“Çok güzelmiş bu Refika Hanım. Kaç yıllık? ”
“Tamı tamına altmış üç senesi var.”
“Sahi mi? Bravo! Çok iyi kalmış bu zamana kadar. Çok güzel, çok güzel.”
“İlk hali nasılsa öyle yavrum. Ben kocadım, o eskimedi.”
“Sandık lekesi, güve yeniği de olmamış. Naftalin desem, değil. Lavanta kokuyor.”
“Katiyyen, naftalin olmaz buna. Lavanta çiçeği, sabun rendesi kâfi. Ben haftada bir havalandırdım fazladan. Gün görmediyse de, güneş gördü.”
“İpek, değil mi?”
“Saf ipekten atlas kumaş, yavrum.”
“Çok güzel, çok. Gelinlik mi?”
“Gelinlik.”
“Senin mi yoksa?”
“Benim.”
“Çok güzel, bravo. Ne güzel gelin olmuşsundur sen bunun içinde.”
“Giymek kısmet olmadı.”
“Yaaa! Nasip tabii.”
“Öyle, öyle.”
“Tamamı el işçiliği, doğru mu?”
“Biçkisinden dikişine, sarmasından işlemesine benim elimden çıktı. Astarı Buldan dokuması. Anneciğim Akdağ’dan hususi getirtti. Simleri Bartın işi.Yirmi makara sim boşalttım ben buna. Tam bir senede bitirdim. On altı yaşımın nuru var her ilmeğinde.”
“Çok güzel, tek kelimeyle bravo. Senin sandıktan kötü bir şey çıkmaz ya, bu çok başkaymış.”
“Eski işler başkaydı, Fikret Bey oğlum. Çok başkaydı.”
“Kışın getirdiğin mutfak takımı var ya…”
“Rahibe işi olan.”
“Aynen. O İngiltereye gitti. Bayıldılar, çok güzeldi. İyi sattık onu.”
“Hayrını görsünler. Benim de ihtiyacım görülmüş oldu. O vakitler elim yine dardı. Bir başına da olsa, geçim zor yavrum. Kolay değil.”
“Şimdi ne desem bilemedim, Refika Hanım. Buna değer biçmek zor vallahi.”
“Şimdikiler gibi makine işi değil yavrum. Bak, kendin söyledin. El emeği, göz nuru.”
“Ben de onu diyorum. Bunu rastgele müşteri almaz. Anlayan alacak. Antika yahu. Çok güzel, bravo.”
“Bana iki bin lira vereceksin, Fikret Bey oğlum. Bunca senelik hukukumuz var. Bir kere pazarlık etmedim seninle. Ne dediysen, tamam dedim.”
“Yukarda Allah var, doğru söylüyosun. Ne desem, bilemedim. Hakkın geçsin istemem. Ben de aldığımın üstünde vereyim ki iş olsun. Nasıl yapsak?”
“Çok kıymet verdiğim birinin yanında mezar yeri almak niyetindeyim, oğlum. Allah izin verirse, tabii. İki bin eksiğim var. Lüzum görmesem satmam zaten. Manevi değeri var. Rabbim emaneti almadan …”
“Allah gecinden versin, Refika Hanım. Acele etme, daha maşallahın var.”
“Eksik olma yavrum. Ölüm hak, nesfes sayılı.”
“Validenin, pederin falan mı? Mezarı diyorum.”
“Yok, değil. Sen onu bırak şimdi. İki binde anlaşalım.”
“Tamam. Dediğin gibi olsun. Şimdi tam sezonu. Turistler çok meraklı böyle şeylere.”
“Hay sen çok yaşa!”
Dükkân sahibi parayı saydı, küçük beyaz bir zarfa koyarak uzattı. Kadın koynundan çıkardığı ipli cüzdana zarfı yerleştirdi, cüzdanı tekrar yakasından içeri bıraktı. Helâlleştiler. Geldiği gibi iki büklüm, bu defa elleri boş; oturduğu sandalyeden içinde tatlı bir heyecanla doğruldu. Böylesi bir heyecanı, merdivendeki uçuşu saymazsak, en son on altı yaşında duymuştu.
Dükkân sahibi birkaç adım ötedeki kapıya kadar kadına eşlik ederken keyifliydi.
“Yine beklerim, Refika Hanım. Sandığı yokla bakalım, daha ne antikalar var.”
“Bu son, yavrum.” dedi kadın. “Sandık boşaldı.”
İpek kaftana son kez bakmadan çıktı. Koza Han’ın renkli, cıvıltılı kalabalığına karışarak uzaklaştı.