Şahabettin Süleyman
Şahabettin Süleyman, Muallim, Süha, S.l, 19 Haziran 1919, s. 68.
-İhtiyar!.. dediler; döndü, baktı; uzak ufukların boş dudaklarından malûl bir nefesli hayat ahzıyla tekerrür eden bu kelime geniş, boş sahranın derinliklerinde kırık dökük, yarım topal gezindi:
Durdu... Perdeli gözleriyle karşısında gülen beş gence baktı.
Gençler, dedi. Hangi diyardan geliyor, hangi iklime gidiyorsunuz?... İçlerinden biri cevap verdi.
-Hüsün ikliminde idik, ibda diyarına gidiyoruz
-Bari istikbâli yakalayabilseniz dedi. Ağzının uçlarında dal dal kırışıklıklar, acı ile istihzayı birbirine karıştırıyor, muannit (inatçı) ve firarî zamanı bî-perva seyreden bu gençlere bütün mâzisiyle ruhu gülüyordu.
Beşten sarışını isyan etti.
-Ne diyorsun ihtiyar, o öldükten sonra da bizimdir, sözüyle bağırdı.
-Çocuğum, dedi, san’atın nedir?
Heykeltraş... Genç vakit bırakmıyordu, devam etti:
-Benim elimin altında taş, tunç Neron’un karşısındaki hayat gibidir, titrer..
Mermer buse olur, kadın olur, keder olur, inşânın katı yüreğine zamanın muhazzap, bitmez tükenmez tokatlarına tahammül eder. Müzelerin serin gölgeleri arasında kuş tüylerine gömülmüş hükümdarlardan daha müsterih, ebediyyen yaşar.
İhtiyar bu sözlere gülmedi. Esmer uzun boylu, uzun saçlı bir gence hitapla:
-Ya sen? dedi. Genç şuh ve şen cevap verdi:
-Ben kavs-i kuzahlarla (ebemkuşaklarıyla) oynarım. Onların sihir ve füsununa vâkıfım, gölgeleri tespit ederim. Bir parça bez ve kâğıt üzerine bir cihan kurarım. En güzel dudakta en güzel hande firaridir; en güzel göz ölür, toprak olur; en güzel çehre buruşur, ihtiyarlar. Lâkin benim parmaklarımdan, benim fırçamın ucundan doğanlar sadıktırlar, ölmezler, yıpranmazlar. Ben asırlara, ben ruhumu hadîkalara naklederim. Bir parça beze arzın ka’rındaki (yerin dibindeki) altın kadar kıymet veririm.
İhtiyarın ayakları titriyordu, duramadı. Kısa boylu, daima dinleyen birine döndü.
-Elindeki nedir, genç sükûtî? Ya sen ne yapıyorsun? sözlerini söyledi.
-Elimdeki tambur ve ben avcıyım cevabını verdi. Yere oturan mütehayyir (hayret içinde)
-Ne? diye bağırdı.
-Evet avcıyım... Ben havalarda dolaşan sesleri kovalar, avlarım... Gizli isyanların aşkların, felâketlerin nağmelerini dinler, tutarım... Denizler benimle görüşür, semalar gelir, kapımda inler. Sinirler münazaalarını (çekişmelerini) hep benim ruhumda halleder. Bakışlar benim huzurumda savt (ses), giryeler nakarat, tebessümler hava olur ve şu elimdeki tanbur bütün elhânı pamuk yığınları gibi diyardan diyara, senelerden senelere, kalplerden kalplere, atar, savurur... Ben ölürüm, toprak olurum, lâkin nağmeler ölmez…
İhtiyar, titrek bir sesle dördüncüye sordu:
-Söyle bakalım, necisin oğlum? Kısık bir sesle mırıldandı:
-Mimarım peder efendi, mimar…
-Senin de sanatın evvelkilere benzer mi? Daima lütufkâr ve hiç ölmez mi?
-Evet bu da onlar gibidir. Ve ben muhayyel hatlara can veririm: Taş, toprak, kireç benim dehamla bazen bir gururun, bir tecavüzün, bir sefahatin, bir saadetin ve bazen bir duanın timsali olur. Saraylar yaparım, gururdurlar, mabetler yaparım, duadırlar, kaleler birer mütecaviz, birer müdafi’dir. Zaman onları yıksa bile kaditleri (iskeletleri) karşısında beşer daima hayran kalır, işte Akropol, işte Tedmir, işte Selçuk sarayları…
Beşinciye sordu:
-Sonuncu, sen ne yaparsın? Dalgın, perişan bir ses:
-Şairim, efendibaba, dedi, şairim. Ben muannit, firari, açılmaz, mektum, açılırsa cihan olur, küçük mahlûklarla perilere benzeyen kelimelerle iştigal ederim. Bunlar benim esirimdir; ne zaman istersem karşıma kadar gelirler, yerlere eğilirler, etek öperler. Zafer olunuz derim zafer olurlar, isyan olunuz derim, isyan olurlar, aşk olunuz derim, aşk olurlar. Bahardan rayihalar, kıştan silahlar getirirler. Benini onlardan teşkil ettiğim taburlar önünde padişahlar bile selâm durur. Yediden yetmişe kadar onlar bunları ezber bilirler. Beni konuşup söylemedikleri hiçbir memleket, beni koşup söylemedikleri hiçbir asır yoktur.
İhtiyar:
-Pek alâ, oğullarım, bütün bunlar niçin? dedi.
Sonuncu cevap verdi:
-Zevk için!...
Güldü, sakalını eline aldı, düşündü, dedi ki:
-Zevk olsalar bile tamam değildirler.
İçlerinden biri sual etti:
-Tam zevk nerede?
Oturduğu yerden kalkarak ihtiyar:
-Bende... diye cevap verdi, Beşi de etrafını sardılar.
-Mesleğin nedir? Mesleğin nedir? diye soruyorlardı.
-Mesleğim, dedi, muallimlik!... Siz taşları yontarsınız, ben dimağları... Siz bezleri boyarsınız, ben ruhları…
Siz nağmeler icat edersiniz, ben de itikatlar... Siz binalar yaparsınız, ben de gezer saraylar... Siz kelimelerden taburlar kurarsınız, ben de zekâdan... Lâkin çocuklar benim yaptığım dimağları bir gün toprak yer. Boyalarım üzerinde imzam yok olur. Verdiğim itikatlar bir gün beni döver. Gezen saraylar görür, tanınmaz; taburlar dağılır, görünmez olur... Ve ben muharibim, beşerin nankörlüğüyle çarpışırım... Her yetiştirdiğim iptida beni inkâr eder, her yaptığım mutekit, benim itikadıma dokunur. En gayri muti (itaatsiz) madde, insan benim avucumun içindedir.
Sarışın heykeltıraş:
-Yazık dedi, bunun zevk neresinde?
İhtiyar cevap verdi:
-Nankörlük karşısında sebatta... Menfaat beklemeksizin cidalde…
Sanatkârlar bu sözden bir şey anlayamadılar, güldüler.
Ve ihtiyar değneğine dayanarak istihzaya alışmış olanlara mahsus bir lâkaydî ile yavaş yavaş uzaklaştı…