Mevlana Celaleddin-i Rumi
Mesnevi’den Hikâyeler
Bir gemide bir derviş vardı. Erliği kendisine arka yastığı yapmış, ona dayanmıştı. Gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradılar. Birisi onu da gösterip, “ Bu uyuyan yoksulu da arayalım” dedi. Para sahibi derdinden onu da uyandırdı. “ Bu gemide bir kese kayboldu. Herkesi aradık, bu arayıştan sen kurtulamazsın. Hırkanı çıkar, soyun da senin hakkında kimsenin şüphesi kalmasın” dedi.
Derviş “Yarabbi, şu aşağılık kişileri, kulunu töhmet altına alıyorlar, fermanını eriştir” dedi. Dervişin gönlü dertlenir dertlenmez hemen denizin her tarafından yüz binlerce baş çıkardı. Her birinin ağzında bir inci vardı. Ama ne inci? Her tanesi bir memleket haracı. Tanrıdan geliyor, elbette eşi bulunmaz. Derviş gemiye birkaç inci atıp fırladı, havayı adeta kendisine bir taht edip oturdu.
Padişahlar gibi tahtının üstüne bağdaş kurup kuruldu. O havanın yücesinde, gemi de onun önünde! Dedi ki: “Yürüyün, gidin. Gemi sizin Hak benim, yoksul bir hırsız sizinle bir arada olmasın! Bakalım, bu ayrılıktan kim ziyan eder? Ben hoşum, Hak’la çift, halktan tek! O, ne beni hırsızlıkla töhmet altına alır ne yularımı bir gammaza verir!”
Gemidekiler dediler ki: “ Ey ulu, sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?” derviş, “Yoksulu töhmet altına almak, hor hakir bir şey için Hakk’ı incitmek yüzünden. Haşa bu yüzden değil. Ululara tazim ettiğinden çünkü ben, yoksullar hakkında hiç kötü zanna düşmedim. Onlar öyle latif, öyle nefesleri hoş kişilerdir ki onları ululamak için Tanrıdan “ Abese” suresi geldi.
Onların yoksulluğu, dünyayı dönüp dolaşma yüzünden ve dünyalık için değil. Hak’tan başka hiçbir şey olmadığından, onlarda yokluğu, yoksulluğu kabul etmişlerdir. Nasıl töhmet altına alabilirim ki Hak, ondan yedinci kat göğe kadar hazinelerine emin etmiştir” dedi. Töhmetli duygudur; latif nur değil. Nefis sofestai olmuştur, vur nefsin kafasına! Çünkü hakikati kötekle anlar delil getirmekle değil.
Mucize görür, aydınlanır. Sonradan der ki: o bir hayaldi. Hakikat olsaydı o gördüğüm şaşılacak şey gece gündüz gözümün önünde dururdu. Hâlbuki o temiz gözlerde mukimdir, hayvan gözüne karin olmaz. O şaşılacak şey, o mucize, bu duygudan utanır çekinir. Tavus kuşu, hiç dar bir kuyuya girer mi? Sakın bana, çok söylüyor deme. Ben yüzde birini söylüyorum, söylediğim de pek cüzi, muhtasar!
Sofiler, bir sofiyi kınayıp tekke şeyhinin yanına gelerek, Şeyhe “ Ey ulumuz, medet bu sofiden öcümüzü al”dediler. Şeyh “ sofiler, şikayetiniz neden” diye sorunca birisi “ bu sofinin üç kötü huyu var; söze başladı mı çan gibi susmak bilmez, boyuna söyler. Yemeğe girişti mi yirmi kişinin öğününden fazla yemek yer.
Yattı mı uyudu mu Eshabı Kehf’ benzer” dedi. Sofiler, bu üç huy, yol ehline yaraşmaz diye şeyhin huzurunda savaşa giriştiler. şeyh o fakire yüz çevirip dedi ki: “ Ne halin olursa olsan, o halde itidali koru. “ işlerin hayırlısı orta hallidir” diye haberde bile var vücuttaki ahlât itidal yüzünden faydalı.
Bunların biri herhangi bir arızî sebeple fazlalaştı mı insanın bedeninde hastalık meydana gelir. Yoldaşına pek yüklenme çok söz söyleme, onu pek övme, çünkü bu, nihayet ayrılığa sebep olur. Musa’nın sözü, kendince haddindeydi ama o iyi dosta fazla geldi. o fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebep oldu. Musa’ya “ Haydi git sen çok söylüyorsun gayri ayrılık gelip çattı! Musa, sen ne fazla konuşuyorsun, git uzaklaş yahut da benimle olunca kör dilsiz kesil.
Yok, eğer gitmez, inadına oturursan hakikatte de bence gitmiş, benden ayrılmış sayılırsın” dedi. Mesela namazda ansızın yellensen, biriside sana git yeniden aptes al dese, gitmez orada kakılır kalır namaz kılmaya devam edersen istediğin kadar eğil bükül yat kalk be şaşkın, zaten namazın gitti. Yürü seninle eş olanların, sözünü sohbetini susamışçasına sevenlerin yanına var.
Bekçi uyuyanlara göredir. Balıkların bekçiye ne ihtiyacı var? Çamaşırcıya elbise giyenler muhtaçtır. Çırçıplak canın ziyneti tanrı tecellisidir. Ya çıplakları bırak, bir yana çekil yahut onlar gibi elbiseden vazgeç! Yok eğer tamamıyla soyunamıyorsan bari elbiseni azalt da orta halli ol!”
Fakir, o şeyhe ahvalini anlattı, suçuna özürler diledi. Şeyhin sualine, Hızır’ın cevapları gibi güzelce, doğruca cevaplar verdi. Nitekim Kelimin suallerine Hızır’ın Âlim Tanrıdan verdiği cevaplarlarla; Musa’nın müşkülleri halloldu. Hızır Musa’ya her müşkülü için anlatılamayacak derecede miftahlar verdi.
Dervişe Hızır’dan mirastı, o da şeyhin suallerine cevap vermede himmet etti. Dedi ki : “Orta yol hikmetse de bu orta hallilik de nispidir. Su deveye göre azdır, fakat fareye göre deniz gibiydi. Birisinin dört ekmeğe ihtiyacı olurda iki yahut üç tanesini yerse bu, orta bir yiyiştir. Fakat dördünü de yerse bu yiyiş, orta bir yiyiş değildir ki. O adam, kaz gibi hırsına esir olmuştur. Birisinin on ekmeğe iştahı olsa da altısını yese bu orta sayılır.
Fakat benim elli ekmeğe ihtiyacım var, senin altı yufkaya müsavi değiliz ki. Sen on rekât namaz kılınca usanırsın, ben beş yüz rekât namaz kılsam usanmam. Birisi, ta Kâbe’ye kadar yaya gider, öbürü mescide varıncaya kadar kendisinden geçer. Birisi o kadar cömerttir ki gönlü bulanmadan canını bile verir, öbürü bir dilim ekmek verebilmek için can çekişir.
Bu orta halli oluş, sona göredir, önü, sonu olan şeye nispetledir. Bir şeyde evvel, ahir olmalı ki ortası tasavvur edebilsin. Sonsuz şeyin önü, sonu nasıl olur önü sonu olmayanın ortası nasıl bulunur? Tanrı “ Deniz mürekkep olsa biterdi de Rabbinin kelimeleri bitmezdi” dedi. Kimse Tanrı tecellisinin evvelini ahirini göremedi.
Hatta yedi deniz tamamıyla mürekkep olsa gene biteceğini umma. Bağ, orman baştanbaşa kalem olsa bu söz, yine eksilmez. O, mürekkebin o kalemlerin hepsi biterde sonu olmayan bu söz yine kalır. Benim halim uyuyan adamın haline benzer. Gören sapık, beni uyuyor sanıyor. Hâlbuki bil ki gözüm uyur, gönlüm uyanıktır. Bil ki işsiz güçsüz gibi duruyorum ama işimde var, gücüm de!
Peygamber “ Gözlerim uyur ama Tanrı lütfüyle kalbim uyumaz” dedi. Senin gözün açık, kalbin uyuyor; benim gözüm uyuyor, gönlüme kapı açılmış! Gönlün ayrı beş duygusu var, gönül duygusuna iki cihan da pencere. Sen kendi zayıflığınla bana bakma sana gece çağı ama o gece, bana kuşluk vakti.
Sana zindan, fakat o zindan bana bahçe gibi. Meşguliyetin ta kendisi bana istirahat hali. Senin atağın balçıkta, bana balçık gül kesilmiş sana yas, bana düğün, dernek davul zurna! Seninle yeryüzünde oturup duruyorum ama Zuhal yıldızı gibi yedinci kat göğün üstünde koşup durmaktayım. Seninle oturan ben değilim, benim gölgem. Mertebem düşüncelerden üstün.
Çünkü ben düşüncelerden, vesveselerden geçtim, onların dışında koşup gezmekteyim. Ben endişelere hâkimim, mahkûm değil. Usta binaya hâkimdir. Bütün halk, endişelere, vesveselere mahkûmdur. O yüzden hepsinin gönlü hasta, hepsi gamlı, gussalıdır. Onların arasından çıkıp kurtulmak istersem kendimi mahsustan endişeli gösteririm.
Ben yücelerde uçan bir kuşum, endişe sinek! Sinek nasıl olurda beni elde edebilir? Ayakları kırık olanlar da benimle buluşsunlar konuşsunlar diye göğün yücelerinden kasten aşağıya inerim. Aşağılık sıfatlardan usandım mı melekler gibi uçuveririm. Benim kanadım, kendinden çıkmadır. Vücuduma iki kanat yapıştırmadım ben.
Cafer-i Tayyar’ın kanadı kendindendir, Cafer-i Tarrar’ın kanadı ise iğreti. Tatmayan adama göre bu, davadan ibarettir. Fakat makamı yüce kişilere göre dava değil, manadır. Bu söz, kargaya göre laftan, kuru iddiadan ibarettir. Nitekim sineğe göre dolu tencere ile boş tencere birdir. İçinde lokma gevher olduktan sonra çekinme muktedir olduğun kadar ye!
Şeyhin biri bir gün, halkın kötü zannını gidermek için leğene kustu, leğen inciyle doldu. Bu suretle o basiret sahibi pir, halkın az akıllılığına acıyıp ancak akılla anlaşılır inciyi gözle görülür inci haline getirdi. Fakat midende temiz de pis murdar bir hale geliyorsa boğazını kilitle, anahtarı da sakla. Lokma, kimde ululuk nuru haline gelirse ne dilese yesin ona helal!
Eğer benim canıma aşina isen bilirsin ki şu manalı sözüm boş dava değildir. Gece yarısında bile senin yanındayım; kendine gel geceleyin korkma; ben senin adamınım, hısımınım dersem, bu iki iddia da eğer hısımlarının sesini tanırsan sence doğrudur. Yanında olmak da, hısımın bulunmak da iddiadır ama iyi anlayan kişiye göre ikisi de manadan ibarettir ve doğrudur.
Senin yakından gelişi de şahadet eder ki bu nefes, bir sevgilinin yanından gelmekte. Hısımların seslerindeki tat da o hısımın doğruluğuna şahittir. Fakat Tanrı ilhamına mazhar olmayan ve bilgisizliğinden yabancı sesiyle akraba sesini birbirinden ayırt edemeyen ahmağa göre, bu adamın sözü davadan ibarettir. Bu ahmağın bilgisizliği, inkârına sebep olur. Fakat gönlünde Tanrı nurları olan akıllı, anlayışlı kişiye göre bu ses, mananın ta kendisidir ve doğrudur.
Bu şuna benzer: Arapça bilen birisi, Arapça “Ben Arapça bilirim” dese, onun Arapça bilirim demesi davadır ama Arapça söyleyişi de manadır, davanın ispatıdır. Yahut bir katip, kağıdın üstüne “ Ben katibim, yazı okuyabilirim, yüce bir kişiyim” diye yazsa, bu yazı filvaki davadır ama yazılan şeyde davanın doğruluğuna şahittir.
Yahut da bir sofi “ Dün akşam rüyada birisini gördün ya hani omuzun da seccade vardı işte o benim. Rüyada sana nazardaki feyizleri anlatmıştım. Onları kulağına küpe et. O sözü aklına rehber yap, sözlere uy” dese, Bu söz sana rüyayı hatırlatır. Yeni bir mucize, eski bir altındır. Bu söz, dava gibi görünür ama rüyayı görenin ruhu” Evet” der. Tasdik eder. Hikmet, müminin kaybolmuş malı olduğundan kimden duysa inanır, kabul eder. Fakat kendisini hikmetin yanında bulursa nasıl şüphe edebilir. Nasıl yanılabilir?
Susuz birisine: “acele et, çabuk, kadehteki suyu al iç” desen susuz: “Bu bir davadan ibaret. Yürü ey davacı benden uzaklaş” Yahut Kadehtekinin su, o içilen güzel, berrak su olduğuna dair bana bir delil göster!” der mi? Ana, süt emen çocuğuna “Gel yavrum, süt em, ben senin ananım” dese, çocuk “Ana, sütünü emersem karnım doyacak mı bir delil göster!” der mi?
Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi de mucizedir. Peygamber, dışardan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder. Çünkü can kulağı, alemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Tanrıya yaklaşır.