Hakan Alan
Soğuk bir gün… Vapur akşam altı sularında işinden yeni çıkmış yüzlerce kişiyi karşıya taşımaya hazırlanıyor. Hınca hınç dolu vapur. Kalkışına dakikalar kala koşuşturmacalar artıyor. Sirkeci yaya köprüsünden vapura yetişmek için hızla koşanlar görülüyor. Buzlaşmış zeminden düşme korkusu yaşamadan koşuyorlar. Vapur düdüğünü çalıyor, kapılar kapanıyor, yavaş yavaş iskeleden ayrılıyor. Ardında yoğun köpük kabarığı bırakarak Kadıköy’e çeviriyor rotasını.
Yirmi beş yaşlarındaki bir genç kız köprüden hızla iskeleye koşarken vapurun ayrılmış olduğunu gördü. Diğer vapur için yarım saat beklemesi gerekecekti. Bekleme salonuna hemen girmek istemedi. İskele kenarında, boğazın hemen ardındaki parmaklıkların olduğu yere gitti. Boğazın sert sularını izlemeye koyuldu. Giden vapurun ardında bıraktığı köpüklere takıldı gözleriyle, insanlar mutluydu, evlerine, eşlerinin yanına, yılbaşını kutlamaya gidiyorlardı. “Keşke her gün bugün gibi olsa” dedi kendi kendine. Yılbaşının kutsal olduğunu düşünürdü. Yılın en sevdiği günüydü, üniversite yıllarında arkadaşlarıyla kutladığı güzel yılbaşı gecelerini aklından geçirdi. İki yıl önce mezun olmuştu, artık o günler de geride kaldı. Ailesiyle birlikte geçirecekti bu günü: Annesi, babası ve erkek kardeşi. Bütün bunları aklından geçirirken bir dilencinin sesiyle irkildi, yaşlı bir kadın sesiydi. “Bugünün hatırına, yardım edin yavrum” diye inliyordu ses. Sesinde yalvarış yoktu, fakat içten bir samimiyet okunuyordu. Önünden geçenler diğer günlerin aksine bugün daha çok bozukluk atıyordu mendiline. Her bozukluğun ardından “Allah razı olsun çocuğum” minneti yükseliyordu yaşlı kadından. Mendile atılan bozuklukları boynu bükük izliyordu, yüzünü kaldırmaya cesareti yok gibiydi.
Ardından bir bozukluğun daha mendile düştüğünü gördü. Yaşlı kadın yüzünü çevirdi, zarif görünüşlü, güzel bir kız atmıştı bozukluğu. Yanına gelen kıza “Allah razı olsun sizden” dedi, kız da gülümsemişti ona.
“Merhaba” deyip yanına ilişti genç kız, “Adım Fatma, anneme benziyorsunuz biraz, vapur gelinceye kadar yanınızda durabilir miyim?”
“Dur tabi kızım, sormana bile lüzum yok.”
“Hava soğuk, üşümüyor musunuz? Mantomu vermemi ister misiniz?”
“Hayır kızım sağolasın, üzerimdeki kazak kalındır, öyle kolay kolay soğuk geçirmez. Biraz eskidir ama sağlamdır, yırtılmaz daha yıllarca.”
Dilenci kadın annesine çok benziyordu. Yüz hatları, çakmak gözleri; ancak ikizi olsa bu kadar benzeyebilirdi. Fatma Yılbaşı’nda dilenen bu kadına acımıştı. Karın içine gömülmüş bacaklarının titrediğini görüyordu, gelip geçenlerin alışmış tutumları, kadına karşı vurdumduymazlıklarına şaşıyordu. Fatma cüzdanından yirmi milyon çıkardı, kadına uzattı:
“Bunu alın, bu günü dışarıda geçirmeyin. Eviniz yok mu sizin, evinize gidin, durmayın burada, hava çok soğuk.”
“Yavrum, aklını mı kaçırdın, bu kadar paraya lüzum yok, verdiğin bozukluk çok şükür yeter bana.”
“Olur mu canım, alın şunu, yok mu eviniz, gidin evinize.”
“Evim var kızım, torunlarım da var. Oğlum öldü, gelin kaçtı. Torunlar bana kaldı, daha küçükler.”
“İyi işte, bu parayı al. Git yiyecek bir şeyler al. Evine götür.”
Kadın titreyen ellerini yirmi milyona uzattı. Avucunda sıktı parayı, özlemini duyduğu kağıt parçasını kesesine attı. Kızın ısrarcı oluşu daha fazla orada kalmasına müsaade etmeyecekti. Bunu anlayınca doğruldu, mendili sarıp kesesine attı. Fatma yılbaşının mutluluk dolu olduğunu düşünürdü, fakat bunun böyle olmadığını bu kadın göstermişti ona. İçinde burukluk oluştu, artık eğlenemeyeceğini düşündü. Aklı kadında kalacaktı, evine götüremezdi onu zira torunları beklerdi.
“Sorduğum için bağışlayın ama kocanız yaşamıyor mu?”
“Hayır kızım yaşamıyor, iki yıl oldu öleli. Bazen diyorum, ben de ölsem de onunla birlikte olsam. O kadar özledim ki onu, ölmekten korkmuyorum artık. Belki ölmeyi bile daha çok isterim ama torunlarımı da düşünüyorum. Benim ölümüm onların ortada kalmasına neden olur, onun için onları yetiştirmek şu anki en büyük dileğim.”
Fatma, yaşlı kadının konuşmasının sürmesiyle daha da karamsarlık duymuştu. Ölümü sevebilen bir kadınla konuştuğunu düşündü. Sevdiğine ulaşmak için ölümü isteyen, fakat torunlarını bırakamayan bir kadın. Hayatı kendisi için bitmiş bir kadın. Bundan sonra yaşayacağı güzel günler yoktu. Varsa yoksa torunlarıyla ilgilenecek, karınlarını doyurmaya çalışacak, kim bilir belki de okula gönderecek. Fatma kadının yüzüne dikkatle baktı, annesinin biraz daha bakımsız haliydi. Bu kadar sıcak baktığını hissetmesi annesine benzemesindendi herhalde. Başka bir şey gelmiyordu aklına. Annesine benzemeseydi sadece mendiline attığı bozuklukla yetinir, tekrar parmaklıklara yürürdü.
Yaşlı kadın koynuna soktu elini, geri çekince elindeki kolye dikkatini çekti Fatma’nın. Zincirini boynundan sıyırdı, eline aldı. Kıza uzatarak: “Al bunu, sana bunu vermek istiyorum, maddi değeri pek yoktur ama, sana uğur getirecektir. Bu kolye senin gibi iyi yürekli insanlarda olmalı. Al yavrum, tereddüt etme, kimse sana sormayacak bu kolye de nereden çıktı diye. Hadi al.”
Fatma kadının elindeki kolyeye baktı. Altın yaldız rengindeydi, güneşin batmış olmasına rağmen parıldıyordu. Avucunu uzattı, yaşlı kadın kolyeyi bıraktı avucuna. “Teşekkür ederim” dedi Fatma. Gözlerini alamamıştı kolyeden. Bir hediye! Uzun zamandır kimseden hediye almamıştı. Zinciri boynundan geçirdi, mantonun üstüne gelecek şekilde sarkıttı aşağıya.
“Bu çok güzel” dedi, “sizin için değerli olmalı, neden bana verdiniz, sizin için daha önemli olabilir bu.”
“Öyleydi, benim için çok değerliydi ama artık ona ihtiyacım yok. Senindir artık, sana uğur getirecektir. İyiliğinin karşılığını bu kolye verecektir sana.”
Altı buçuk vapuru uzaktan yaklaşıyordu. Maket gibi görünüyordu, ardında çöken karanlığı geride bırakarak ilerliyordu. Sarayburnu civarındaydı henüz. “Vapurum da geliyor” dedi Fatma. Suyu yararak ilerleyen demir kütlesini izliyordu. Yaşlı kadın da vapura çevirdi bakışlarını. “Vapura binmeyeli çok uzun zaman oldu. En son rahmetliyle binmiştik. Çok yeniymiş gibi hatırlıyorum.”
Onu da davet etmek geldi aklına, fakat bunun olamayacağını düşündü. Çünkü kadın torunlarının yanına gidecekti. Sonra teklif etmekten vazgeçti. Vapur Karaköy iskelesine doğru geniş bir kavis çizdi, dönerek iskeleye yanaştı. İnsanlar sabırsızca atlamaya başlamışlardı. Daha vapur iskeleye bağlanmamıştı kalın halatlarla.
Fatma bir fısıltı şeklinde bir şeyler duydu. Fakat ne olduğunu anlamamıştı. Teyzeden gelmişti bu ses. “Ne dediniz acaba, anlayamadım da.”
“Geldi Azrail kılıklı dedim.”
Fatma gülümsedi, “vapur mu Azrail kılıklı.”
“Evet” diye bağırdı kadın. Fatma şaşırmıştı. Kadının ses tonu değişmişti sanki. Büyük bir öfke yüzünden okunuyordu. Ne olduğunu anlayamamıştı. Kadın neden birden böylesine bir öfkeyle bağırmıştı. Çekinerek sordu Fatma:
“Neden Azrail kılıklı. Vapura birden neden bu gözle baktınız.”
“Çünkü bu vapur aldı kocamı benden. Vapurlardan nefret ettiğimi unutmuşum bir an. Sen de vapuruna bin ve git artık. Vapur felan deme bana, demeeee, demeeee….”
Fatma korkmuştu, hemen oradan uzaklaşarak gişelerin önüne gitti. Kadın yine bağırıyordu. Bozuk plak gibi takılmıştı sözleri: “demeee, demeee…”
İnsanlar yaşlı kadına korkarak bakıyorlardı. Kadının yanından geçmekten çekinen topluluk duraksadı bir an. Çevrede polis olup olmadığına baktılar. Fakat kimse yoktu. Kadın sürekli bağırıyordu. İnsanları korkutmaktan haz duyarcasına bağırıyordu, her defasında daha da yırtınıyordu. Derken aniden iki polis belirdi. Kadının peşinden koştular, kadın da tabanları yağlayarak uzaklaşıyordu. Sürekli bağırıyordu, polisin teki bıkkın bir tavırla:
“Nedir senden çektiğimiz be, allahın delisi, her gün ne gelip bağırırsın burada. Gel buraya hemen.”
Birazdan kadını yakalamışlardı. Kollarına girerek oradan uzaklaşıyorlardı. “Yavrum niye götürüyorsunuz beni, nereye götürüyorsunuz beni, ne olur bırakın, ben bir şey yapmadım, torunlarımın adına dilenmekten başka ne suçum var benim.”
“Tabi tabii” dedi memur, “sen bunu git torunlarına anlat. Yılbaşını parmaklıklar ardında geçir de aklın başına gelsin.”
Uzaklaşmalarını izledi Fatma. Kadının bir an sakin, bir an da kabaran tavrından bir şey anlayamamıştı. Kötü bir hatırası olsa gerek diye düşündü. Mani-depresif bir hastalık gibiydi. Her halde onun gibi bir şeydi. Son derece nazik bir kişilikten nasıl birden öfke kustuğuna en yakın şahit oydu. Acaba gerçekten torunları var mıydı. Sorunlar herkeste olabilirdi, bu tip psikolojilere artık insanların yarısı sahipti. Buna pek aldırmamak gerektiğini düşündü.
Vapur boşalınca kapılar açıldı. Vapurun çevresine yanan ampuller asılmıştı. Yılbaşı olduğunu hatırlamıştı Fatma. İnsanlar doluştular hemen. Dışarısı soğuk olduğundan içeri geçti. Köşeye oturup halici izlemeye koyuldu. Gözleri dalgındı, sürekli biraz önce yaşadığı olayı düşünüyordu. Yaşlı kadının verdiği kolye aklına geldi. Eline aldı. Acaba bu kadının kendinden geçmesinin nedeni olabilir miydi. Bana verdiği bu hediye onu celallendirmiş olabilir miydi. Korkarak bakıyordu kolyeye. Ne yapacağını bilemiyordu. Vapur hareket etmişti, yerinden kalkarak arka bölüme geçti. Dalgalar köpürüyordu vapurun ardında. Kolyeden kurtulmak istiyordu, onu geri vermek istese de o kadını bir daha göremeyeceğini düşündü. Bir daha da görmek istemiyordu zaten. Kolyenin onda olduğunu görünce kendisinden nefret edebilir, delilik yapabilirdi. Böyle bir ihtimali yaşamak istemiyordu artık.
Zinciri çıkararak kolyeyi boğaza fırlattı. Metal kolye karanlık suyun yüzeyinde parladı ve dibe indi. Bunun böyle olması gerektiğine karar vermişti ve sanırım en doğrusuydu.
Polisler karakola getirdikleri kadını komsere götürdüler. Kadın bağırarak komserin yakasına yapıştı; “kolyemi çaldılar, bulun onları, kolyemi çaldılar. Yardım edin lütfen, o kolye çok değerlidir, benim hayatımdır. Bulun onu bana, ne olur bulun onu” diye bağırıyordu, gözlerinden akan ince yaş yanaklarından aşağıya süzülüyordu.