Hakan Alan
İstanbul, beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. 25 Aralık’tan sonra yağmaya başlayan kar, Yılbaşı'nda hafifleyerek devam ediyordu. Gece, Yılbaşı'na yaraşır bir şekilde ışıl ışıldı. Boğaz'ın soğuk suları, ay ışığı ile aydınlanıyordu. Vaktin hayli geç olmasına karşın tekneler sık sık iki kıta arasında gidip geliyordu. Kimbilir, belki de İstanbul’un en hareketli günüydü Yılbaşı.
Levent’te bulunan gökdelenlerde ışıklar sönmemiş, çalışma hayatı devam ediyordu. İstanbul’a bir başka canlılık getiriyordu bu görkemli binalar. Bunların birinde, onbeşinci katta bir adam yağan karı ve İstanbul’u seyrediyordu. İçerden bir ses irkilmesine neden oldu:
"Proje için görüşünüzü söylemediniz İlyas Bey".
"Haa".. diyerek tekrar içeri döndü, "Projeniz gayet iyi, yeniyıl'da uygulanmaması için hiçbir neden yok."
İçerideki yaklaşık on kişi bu cevabı memnuniyetle karşıladı, yavaş yavaş dosyalarını toplamaya başladılar.
İlyas Bey tekrar pencerenin kenarına geldi, dışarıyı izlemeye devam etti. İçerideki insanların "İyi yıllar" diyerek çıktıklarını duymamıştı bile. Şimdi odada yalnız kalmıştı. Saatine baktı, 22,30’u gösteriyordu. Canı sıkılmıştı biraz. Güzel İstanbul’a lapa lapa kar yağmaya devam ediyordu.
Odanın telefonu çalmaya başladı. İlyas Bey masasına doğru atıldı, ahizeyi kaldırdı :
"Aloo".
"Ne zaman geliyorsun İlyas".
"Bilmiyorum, gelip gelmeyeceğim belli değil, gelmeye çalışırım" dedi karısına.
Karşıdaki ses "Tamam" diyerek telefonu kapattı. Üzüntü ve sinirle karışık bir kapatma olduğunu sezmişti İlyas Bey.
Masasından kalkarak tekrar pencere kenarına geçti. Aşağısının yüksekliği insanın kanını donduruyordu. Fakat bu ürpertici yüksekliği beyaz örtünün sihirli havası bastırıyordu. Boğaz'a yansıyan ay'ın görüntüsüne dikkat etti İlyas Bey. "Gerçekten çok güzel" dedi. Bu görüntüyü dondurabilecek fotoğraf makinesinin eksikliğini hissetmişti.
Evini düşünmeye başladı. Eşi ve iki çocuğu şimdi onu bekliyorlardı. Fakat işi, eve gitmesine engel oluşturuyordu. Sabaha kadar burada kalıp kalmayacağı belli değildi. İki kat altta şimdi toplantı yapılıyordu. Her an çağrılabilirdi.
Kendini düşünmeye başlamıştı. Acaba mutlu muydu, yoksa mutsuz mu? Bol maaşlı bir işe sahip olmasına rağmen, ailesinden uzak oluşunun hüznünü yaşıyordu. Mutlu ve mutsuzluk arasında, nerede kaldığını kestiremiyordu.
Kar yağışı biraz daha yoğunlaşmıştı. İri taneler halinde damların ve caddelerin üzerine düşüyordu. Boğazın soğuk suları, kar tanelerini adeta yutuyordu. Dışarıdaki hareketlilik, yavaş yavaş yerini sessizliğe terk ediyordu. Herkes, karın ağırlaşmasıyla hızla sokakları terk etmeye başlamıştı. Zincirlikuyu’dan Levent’e uzanan caddeden tek tük otomobiller geçiyordu artık.
İlyas Bey, Fabrikalar Durağı'nda üç kişinin birbirine kartopu attığını farketti. Anne, baba ve kızları, yaptıkları kartoplarını birbirlerine savuruyorlardı. Atılan kartopu çocuğa biraz sert gelmiş olacak ki, küçük kız ağlamaya başladı. Annesi kucakladı kızı, sonra kız gülümsedi. Gözlerindeki yaş, yüzündeki gülümseme birbirine karışmış, Gültepe’ye doğru yürümeye başlamışlardı. Aileyi ara sokaklarda kaybolana dek izlemişti İlyas Bey. Nereye baksa, çevresinde güzellikler görüyordu.
Telefonun tekrar çalmasıyla dalgınlığından kurtuldu. Kendini masasına attı. "Aşağı gel" diyordu karşıdaki ses. "Tamam efendim" diyerek telefonu kapadı. Çantasını aldı. Boy aynasında kendisine çeki düzen verdi ve asansörü çağırdı.
***
Geniş bir odadan içeri girdi. İçeride büyük bir oval masada, yaklaşık onbeş kişi dizilmişti. Hepsi de takım elbiseliydi. İlyas Bey selam vererek kendine ayrılan yere oturdu. Masanın en başındaki Cemil Bey, konuşmasını sürdürüyordu. Masanın başındakiler, pürdikkat Cemil beyi dinliyorlardı.
İlyas Bey birkaç dakika sonra sıkıldı, gözleri yine cama takılmıştı. Cemil Bey'in sesini işitmiyordu artık. Kar tanecikleri cama çarptığı anda eriyordu. İlyas Bey, ayı görebiliyordu. "Neden ayın hep aynı yüzünü görürüz" dedi, farkında olmadan biraz seslice.
Cemil bey şaşkınlıkla "Ne dediniz" diye sordu.
"Özür dilerim" diye yanıtladı İlyas Bey. Cemil Bey konuşmasını sürdürdü: "İngilizlerle anlaşırsak çok kârlı bir iş yaparız. Gerekli teklifleri önceden hazırlayacağız... Anlaşma yolları aramalıyız..."
Cemil Bey'in konuşması bitince, diğerleri sırayla düşüncelerini ve tekliflerini açıklayarak tartışıyordu. Konuşmalar uzadıkça uzuyor, çekilmez bir hal alıyordu İlyas Bey için. Kendisini toplantıya veremiyordu. Konuşulanlara kulakları tıkalıydı. Dışarıda yağan kar’a kendisini kaptırıyor, değişik hayallere dalıyordu.
On dakika toplantı arası verildi. Masa başındakiler kalkarak değişik köşelere çekildiler. Cemil Bey dışarı çıktı. İlyas Bey de pencere kenarına geçti. İstanbul şimdi çok daha başkaydı sanki. Saat 23.00 olmuştu. Biraz daha sessizleşmişti İstanbul. Kar örtüsü gittikçe kalınlaşıyor, bembeyaz bir görüntü sunuyordu. Sokaklar pürüzsüz kar örtüsüyle örtülmüş, sokak lambalarıyla aydınlanıyordu.
İlyas Bey, saatine tekrar baktı, beş dakika sonra toplantı kaldığı yerden devam edecekti. Kapıya doğru yürüdü, asansörü çağırdı, zemin kat düğmesine basarak aşağıya inmeye başladı.
Cemil Bey kapıdan içeri girdi, İçeridekiler kendilerine ayrılan yerlere oturdular. Cemil Bey ağır ağır, ciddiyetini bozmamak titizliğiyle yerine geçti. Karşısındaki masada bir koltuğun boş olduğunu görünce, yanındakine: "İlyas bey nereye gitti" diye sordu.
"Biraz önce çıktı, belki lavaboya gitmiştir, gelir şimdi".
Cemil Bey uzun sürecek görüşlerini anlatmaya devam etti. Sık sık yanındakilere danışarak görüşlerini alıyordu...
Garajdaki sessizlik motor sesiyle bozuldu. Hızla garajdan çıkan araç, Zincirlikuyu istikametindeki yola saptı. Zincirlikuyu köprüsünü takiben Levent içine giren yoldan döndü. Yanyana dizilmiş ikişer katlı lüks evler göz alıcıydı. İçlere ilerledikçe evler villa halini alıyordu. İlyas Bey aracını hediyelik eşya satan bir dükkanın önüne çekti. İçeride saçlarına ak düşmüş yaşlı bir adam vardı. Dükkanın kapısını açar açmaz kapıya asılı duran zil çıngırdamaya başladı. İlyas bey'in kapıyı kapamasıyla çıngırdama durdu.
"Merhaba" diyerek selamladı yaşlı adamı.
"Hoş geldiniz."
İlyas Bey hediyelikleri incelemeye başladı. Dalları ışıklarla süslenmiş yapay bir çam ağacı gözüne ilişti. Çevresine saçtığı renkli ışıklar İlyas Bey'i adeta büyüledi. Eşine ve çocuklarına Yılbaşı için ayrıca birkaç hediye almayı istiyordu. Aldığı hediyeleri özenle seçti. Yaşlı adam hediyeliklerin taşınmasında İlyas Bey'e yardımcı oldu. Yapay çam ağacını bagaja yerleştirdikten sonra hediyeleri arka koltuğa yerleştirdi. Yaşlı adama teşekkür etti. Yaşlı adam da "İyi Yıllar" diyerek dükkanına yöneldi.
İlyas Bey direksiyonun başına geçtiğinde dükkanın kapısının açılıp kapandığını anımsatan zil sesini işitti. Araç yavaş yavaş ıssız yolları izlemeye devam etti.
İç Levent, el değmemiş bir kar örtüsüyle bezenmişti. Bahçeli evlerin avluları ve çatıları bembeyazdı. Araç tali bir yola saptı, hızını azalttı ve biraz ileride durdu. İlyas Bey aracın kapısını açtı ve dışarı çıktı.
Evinin dışardan görünüşü ilk kez bu kadar büyülemişti onu. Dış kapıyı açtı, kar tanecikleri yerlere dökülmüştü. Avludan kapıya doğru ilerledi. Pencereden iki çocuğunun gülerek eğlendikleri görülüyordu. Sesleri avluya kadar varıyordu. Kapının önüne geldi. Üzerindeki siyah takım elbise, kar taneleriyle beyazlaşmıştı. İlyas Bey kapının önünde durdu, içinde hüzünle sevinç karışımı hoş duygular vardı, elini zile götürdü. İçeriden kapıyı açmak için gelen ayak seslerini duyuyordu.
"İlyas Bey" diye bir ses çınladı. İlyas Bey yarı uykulu gözlerini açtı. Bir anda şaşkına dönmüştü. Cemil Bey ikinci kez "İlyas Bey" diye gürledi, "Beni dinlemiyor musunuz?"
"Dinliyorum efendim" diye karşılık verdi İlyas Bey, masadakilerin Cemil Bey'i pürdikkat dinlediklerini gördü. O ise, hâlâ kendini Cemil beye verememişti, gözleri sürekli cama takılmıştı, karların çarparak eridiği cama.