Az gittiler, uz gittiler...
Altı ay kış, altı ay güz gittiler...
Erciyes derler; başı dumanlı, eli gümanlı bir dağa vardılar. Dağ aman verince geçip Kayseri'ye girdiler.
Kabristanda garip bir mezarın başında, başında telli duvak, elinde allı kına bir gelin gördüler.
Yanık Kerem:
"Ölüm kara bir devedir Sofu kardeş." dedi, "Herkesin kapısına bir gün mutlaka çöker."
"Ben" dedi Sofu, "Gidenden çok kalana acıyorum, baksana şu geline nasıl yanıyor."
Dertli Kerem'in derdi başından aşarak aldı sazı eline.
Görelim o geline, gelin ona neler söyledi...
"İşte böyle!" dedi Sofu, "Kiminin nâr derdi, kiminin yâr derdi. Lakin bu gelinin derdinin çaresini Lok-man Hekim de bulamaz."
İki sırdaş, gelini mezarlıkta, içindeki yangınla baş başa bırakıp ayrıldılar.
Şehrin orta yerinde kale kapısının yanı başındaki garipler hanına indiler.
Taslarını torbalarını odaya saçıp Kara Cübbeli Keşiş'i soruşturmaya koyuldular.
Bir haber kulaklarına çarptı ki düşman başına!
Meğer Kara Keşiş, keşişliği bırakıp sihirbazlık mı, cambazlık mı ne idüğü belirsiz bir işe başlamış.
Fitnenin başı karısı da dişçilik yapıyor, herkesin otuz iki dişini ağzında bırakmıyor çekiyormuş.
Duyunca kulaklarına, gidip görünce gözlerine inanamadılar.
Kerem bu; yana yana kor mu olmuş, kör mü olmuş bilinmez.
Doğruca Keşişin karısının yanına vardı, "Sancıyan dişimden kurtulmak istiyorum." dedi.
Dedi ya, kadının gerisinde, adına Aslı Han derler mah yüzlüyü görünce ne dişinin sancısı kaldı ne gönlünün sızısı...
Renk vermedi sır diye.
Kadın, Aslı'ya seslenerek:
"Kızım" dedi, "Bu garibin dişini kolay çekebilmem için başını dizlerine koymasına rızalık göster." Gün Keremin günüydü...
Dertli başını Aslı'sının dizlerine usulca bırakınca kendinden geçti.
Otuz iki dişi kör kerpetenle sökülse bana mısın demezdi artık...
Bir, iki, üç derken çıkardığı dişlerin ana sütü gibi ak olduğunu görünce Keşişin karısı:
"A benim akılsız oğlum, ne diye sağlam dişlerini çektirirsin, ağrımayan başını ağrıtırsın?" diye çıkıştı.
Kerem bir ah çekince derinden Aslı Han hissetti yüreğinden:
"Bu sensin!" dedi hayretle ünleyerek "Sen Kerem'sin, bildim seni bildim..."
Kara Keşişin karısı elinden kerpeteni düşürdü, çılgına dönerek bir Aslı'ya baktı bir Kerem'e...
Rüzgâr gibi çıkarak dükkândan Keşiş'e haber uçurmaya koştu.
Dertli Keremle Han Aslı yalnız kalınca birbirlerine mahcup mahcup bakıp ne söyleyeceklerini şaşırdılar. Bir sessizlik anından sonra Kerem dile gelerek:
"Ey gönlümün tahtı, başımın bahtı güzel." dedi. "Bunca zamandan sonra kavuşunca ne diye benzin kül gibi oldu?"
Aslı da dile geldi:
"Bir kalpte yıllarca yangın olursa geriye külden başka ne kalır ki!" diye cevap verdi. Yanık Kerem diline hâkim olamıyordu artık:
"Ey benim şeker dillim, ey benim yüzü hallim." dedi. "Muhabbet gönülde Hakk'ın yaktığı bir çerağdır, ne söner ne söndürülür. Can bedenden çıkıncaya değin yanar da yanar. Bir zaman gelir küllenir lakin asla sönmez."
Aslı Han, bu dertli adamın söylediklerini onun gibi anlamıyordu.
"Bırak bunları şimdi, durma kaç!" dedi. "Babam gelirse gözünü kırpmadan öldürür ikimizi..."
Bunları söylerken kapıyı üzerine kapamaya çalışıyordu ki Kerem'in ayağı eşiğe sıkışarak ezildi, kana-maya başladı.
Sevgilisinin hâli Aslı'nın yüreğindeki tutkunun kıvılcımlanması için yetti de arttı bile. Gözlerinden kanlı yaşlar döküldü:
"Beni bağışla sevgilim." diye yakardı, "Az önce yalan söyledim, sana olan sevgim hiç küllenmedi, aksine gittikçe arttı güçlendi; seni unuttum diyen dillerim kurusun."
Kerem'in yüreği iyice taçlanmıştı.
"Sensiz Kerem ölüden ölü, cansızdan cansızdır. Sen benim zaman mekân aşıp gelmiş sevgilimsin, göz aydınlığım, seherimsin. Seni tenimde can gibi taşıyorum."
iki sevgili ayla güneş gibi birbirine pervane söyleştiler, ağlaştılar.
Ve o gece bir tenhada buluşmaya karar vererek ayrıldılar.
Kara Cübbeli Keşiş dükkâna yetişti ki Kerem'in yerinde yeller esiyor.
Bağırıp çağırdı, yaktı kavurdu, esdi gürledi, kızılca kıyametler kopardı ya; elinden bir şey gelmedi. Gece, Kerem Sofu'yu da yanına alarak Aslı'yla buluşacakları yere gelince çevrenin ışıdığını gördü. Altın sarısı mı gece mavisi mi tarif edilemez bir ışıltı... Sofu, göğe bakarak:
"Sanırım bu, arada bir bezirganlara göz kırpıp kaybolan Kervankıran Yıldızı... Biraz kenara çekilip bekleyelim, tuzaktan emin olmalı!"
Âşık Kerem, Sofu gibi tedbirli değildi.
Gecenin karanlığını yırtan yıldızın şavkı âdeta gönlüne düşmüş, derdini aşikâr etmişti.
Aldı sazı eline, gecenin sessizliğine söylendi durdu.
Söylendi ya; su uyur Subaşı'nın adamları uyumazmış...
Sese gelerek kıskıvrak yakaladılar ikisini, Subaşı'nın huzuruna vardılar.
Subaşı, "Bre hırlı mısınız, hırsız mı? Gecenin ortasında Keşiş'in damında ne işiniz var?" diyerek sorguladı.
Yanık Kerem dile geldi, görelim neler söyledi:
Subaşı, âşığın sözlerinden bir mana çıkaramayınca esip gürledi:
"Bre densiz! Burası âşıklar kahvesi mi, ne diye muamma söyler durursun! Ben iyisi mi sizi kadıya havale edeyim de hesabınızı o görsün." diyerek doğruca kadıya götürdü.
Kadı'nın huzurunda Kerem ile Sofu başlarından geçenleri, gönüllerden esenleri birer birer sayıp döktüler.
Kadı dahi işin içinden çıkamayarak:
"Ben hele bir müftü efendiyle müzakere edeyim." dedi.
Müftü, olup bitenleri dinleyip Keremin yanık yüzüne, Sofu'nun temiz çehresine baktıktan sonra:
"Kadı efendi" dedi. "Yalan ile iman aynı gönülde durmaz. Biri belli ki badeli Hak âşığı, öteki onun sofusu. Bunların derdi maksadı aşikâr. Gönlü saf insanlara eza edilmez, yarın Hak divanında sorgusu ağır olur..."
Böylece ikisini de azat eylediler.
iki sırdaş azad oldu lakin Kara Keşiş yapacağını yapmış, Han Aslı'yı bir yakınıyla sözlemişti. Sofu'nun aklına bir hâl çaresi geldi.
Kerem'den ayrılıp doğruca Hasna adında ara bulucu fettan bir kadının evine yollandı. Meraktan çatlayan âşığın yanına döndüğünde yüzünde kurnaz ve muzaffer bir ifade vardı. "Bekle biraz!" dedi Kerem'e, "Gün doğmadan neler doğar..."
Hasna kadın yanına gelinlik kızları da alarak çoktan Kara Keşiş'in kapısına dayanmıştı. Dereden tepeden konuştuktan sonra Aslı Han'ın annesine:
"Ey hanımım!" dedi, "Bizim buraların bir âdeti vardır, bilmem kulağınıza çalındı mı... Gelinlik çağındaki kızlar toplanır, kendi aralarında "Kızlar İçi" denilen bir eğlence yaparlar. Bugünkü eğlenti Gültepe'de yapılacak. Ak saçıma güvenir de kızını yanıma katarsan eğlentiye götürmek isterim."
Keşiş'in karısı, "Olmaz!" dediyse de Hasna kadın altından girdi üstünden çıktı, bin dereden su getirdi, sonradan görme dilli tutiye döndü ve ikna etti.
Gültepe, adı üstünde güllerle müzeyyen bir mesireydi.
Gül misali genç kızlar, bülbüllerini aramak üzere burada eğlenir, gülüp oynarlardı. Herkes gülüp oynaşırken Han Aslı, melul mahzun vaziyette bir köşede oturuyordu. Hasna kadın yanaşıp:
"Ne diye böyle matem tutup durursun, sen de gül kızlar gibi gülüp eğlensene, kırsana gönlünün zincirlerini."
Aslı, gönlündeki kırık tele dokunulmuş gibi:
"Söyletme beni nine!" dedi, "Benim gibi bir bedbaht gelmiş mi bu cihana..." Dertlerini bir bir sayıp dökünce Hasna kadın:
"Madem onsuz bir hayat ölümden beterdir dersin, o hâlde derhâl haber salıp kuş uçurur, onu bura-ya aldırırım." deyince Aslı Han'ın gözleri sevinçle parladı, solgun çehresi ışıldadı.
Hasna kadın dediği gibi yaptı.
Derhâl ulak gönderdi Yanık Kerem'e...
Çok geçmeden Yanık Kerem başı üzerinde dert bulutuyla çıkageldi.
Geldi ki ne görsün.
Gültepe değil de bostan-ı cinan...
Rengârenk çiçekler, çağıl çağıl pınarlar, yemyeşil ağaçlar, birbirinden güzel gelinlik kızlar...
Aslı Han'ı seçti aralarında, tutkulu bakışlarla kendisine bakıyordu.
Kerem gibi bir yiğidin Gültepe'ye girdiğini gören genç kızlar çevresine üşüştüler.
Meyilleri ona düştü ise de Kerem sazını alarak sinesine, geldi sözün binasına...
Görelim onun gönlü kimdeydi?
Derdi niceydi?
Yanık Kerem, sözüne nihayet verince güzellerden bir güzel, sitem ederek:
"Ey gönüllü âşık!" dedi. "Dünya Aslı üzerine kurulmadı ya. Ondan başka güzel mi yok, eğer gerçekse âşıklığın birer güzelleme de bize koş bakalım..."
Kerem kendisi gibi divane sazını aldı.
Güzellere de birer koşma koştu.
Söz sırası Hasna kadındaydı:
"Güzeller incisi kızlar!" dedi. "Kerem belli ki badeli bir Hak âşığıdır. Onu incitmek Hakk'a hürmetsizlik olur, bundan sakınmanızı tavsiye ederim. Bir yiğidin gönlüne bir aşk düşer. Madem Aslı Han ile Kerem birbirinin divanesidir, bırakalım da baş başa görüşüp halvet olsunlar..."
Gün Kerem'in günüydü artık...
Sevincine diyecek yoktu.
Kalbi kuş kalbi gibi hafifledi.
Gözleri ay gibi parladı...
Durmaksızın Aslı Han'ın yanına koşacak oldu ki hışımlı at sesleriyle durakladı. Kayseri beyi ardına adamlarını katmış, sökün etmişti.
Hasna kadına olmadık hakaretler edip Kerem divaneyi de alarak götürdü, zindana kapattılar. Zindancıbaşı sabahı zor etmiş, Bey'in huzuruna çıkarak:
"Efendim!" demişti, "Bağışlayın ama bu miskin kapatıldıktan beri zindanda tuhaf şeyler oluyor. Ben diyeyim keramet, siz deyin hikmet..."
Bey, gök gürültüsü gibi bir sesle:
"Ne zırvalarsın be adam?" deyince:
Zindancıbaşı:
"Dün gece getirdiğiniz âşıktan söz ederim efendim." dedi, "Üzerine bir türlü kapı kapanmıyor. Ben kilitliyorum o açılıyor, ben bağlıyorum o çözülüyor. Böylesi bir tutsağı ilk kez görüyorum. Ne ekmek istiyor ne su içiyor. Öyle firkatli firkatli ağlayıp sızlıyor ki taştan da katı olsa bir yürek asla dayanamaz.
O ağladıkça duvardaki taşlar bile sökülüp düşüyor kederinden..."
Bey baktı ki durum ciddi, "Derhâl divan kurulsun." diye ferman etti.
Divan toplandı, Kerem biçare huzura çağrıldı.
Divanda ne kadar ulu varsa hepsi birden soru sual edince Âşık Kerem, "Hâlimi ben değil, üç telli sazım arz etsin." diyerek izin aldı. izinle birlikte sazın aldı. Görelim neler söyledi,
Divan uluları neler anladı:
Kerem sazına sözüne son verince Kayseri beyi ağlayıp sızlayarak atıldı ellerine ayaklarına:
"Aman hanzadem bağışla kulunu... Ben neler ettim neler eyledim, dillerim kuruyaydı da o fermanı vermeseydim, ayaklarım kınlaydı da Gültepe'ye gelmeseydim..."
Anlatınca anladı Kerem ki Bey, bir zamanlar Isfahan Sarayı'nda babasının rahle-i tedrisinden geçmiş...
Kayseri beyi Sofu'yu da buldurup Kerem'in yanına getirtti. Köşkünde ziyafet verip gönlünü aldı. Özrünü kabul ettirip işini yoluna koydu:
"Madem Allah sizi birbirinize yazmış, değil babası yedi ceddi toplansa bu saadetin engeli olamaz. Bu hususta elimden geleni yapacağım, size söz veriyorum." dedi.
Ertesi gün bir konak açtırdı Kerem ile Sofu'ya...
Kara Cübbeli Keşiş'i de çağırdı, kondurdu başköşeye.
Keşiş durumu öğrenince bin dereden su getirerek:
"Aman Bey'im!" dedi, "Bir değil bin kızım olsa yolunuza başı feda lakin bir İsevi delikanlı ile söz kesmiştik, bugün yarın başı bağlanacak. Üstelik Kerem denilen bu aslı nesli bilinmez de neyin nesi!"
Kayseri beyi, sözün sonuna doğru celallendi, kılıcına davranarak Kara Cübbeli Keşiş'in üzerine yürüdü:
"Be haramzade! Sen ne vefa bilmez bir adamsın. Nasıl tanımazsın Isfahan Hanı'nın biricik oğlunu. Allah'tan korkmaz, kuldan sakınmaz mısın?" diye bağırınca Keşiş ağız değiştirdi:
"Aman Bey'im!" dedi, "Ben ettim sen etme, kılıcını kanımla kirletme. Madem Hüdâ birbirine yazmış bunları, o zaman ne sen önüne geçebilirsin ne de ben!"
Keşiş'in ipiyle kuyuya inilir mi?
Burada kara dediğine orada ak deyip çıktı elbette...
Kendi kendine söylenerek hışımla evine yollandı.
"Kıyamete kadar söylenecek bir oyun etmezsem Kerem'e, bana da Kara Cübbeli Keşiş demesinler!"
Kara Cübbeli Keşiş'in bu sözlerini bir her şeyi gören, bilen ve işiten duydu bir de omuzlarındaki melekler...
Eve varınca durumu bildirdi, Han Aslı'nın gülmez yüzünü güldürdü.
Düğün hazırlıkları başladı.
Düğün gecesi, Aslı Han'ı kenara çekerek:
"Ey benim canımdan aziz kızım." dedi. "Sana gelinlik armağanı olarak kendi elceğizimle sırmadan ipekten şallar fistanlar diktim. Lakin ille de şu al fistanı giymeni dilerim. Eğer babanı bahtiyar görmek istersen bu dileğimi yerine getir."
Aslı Han, babasına sarılarak:
"Benim ceylan yürekli babam." dedi. "Seni kırar mıyım hiç!" Davullar zurnalar susup el ayak çekildi.
...
Dertlerin her türlüsünü görmüş geçirmiş olan Kerem, ay parçası sevgilisinin allar giyinmiş olduğunu görerek:
"Benim yârim al giyinmiş al üstüne..." diye başlayan bir güzelleme koştu. Han Aslı'nın al fistanı boydan boya düğmeliydi...
Düğmeleri çözüyor lakin kendi kendine yeniden düğümleniyor... Çözdükçe düğmeler yeniden düğümleniyor... Bir böyle, iki böyle, üç böyle... O vakit anladı ki fistan büyülüdür.
"Ocağın kurusun Kara Cübbeli Keşiş!" diye ilendi, "Bana bunu da mı yapacaktın?"
Firkatin ateşiyle öyle bir ah, öyle bir vah etti ki ağzından kıpkızıl bir ateş fışkırarak her şeyi tutuşturdu. Kerem tutuştu, Aslı tutuştu, fistan tutuştu, dağlar taşlar tutuştu, çıkan yangınla yanıp kül oldu varlık... Kerem'in cayır cayır yandığını gören Aslı Han:
"Ey yedi kat yer ile yedi kat göğü yaratan yüce Allah'ım!" diye feryat etti, "Kerem'imin koruyla yak beni, yak!"
Aslı'nın dileği yükselen alevlere karıştı.
Sırma saçları tel tel tutuşup yandı.
Badem gözleri alev alev yandı.
Ceylan yüreği yandı...