Refik Halit Karay
Yücel, 1957, 48-51.
Fecr-i Âti’nin ismi, az daha Sinâ-yı Emel olacaktı o cemiyete şayet bu ad takılsaydı, yazılışı sevimsiz, telaffuzu güç, manası karışık olduğundan, zannederim, kolayca unutulduğu gibi edebiyat tarihinde de daha az yer tutacaktı. Morfolojinin psikolojik tesirleri vardır.
İşte bundan tam otuz bir sene evvel, Babıali Mescidi’nin karşısındaki Hilâl isimli matbaada, bir cemiyet kurmak için Faik Âli reisliğinde toplanan gençler bu edebî teşekküle isim ararlarken, ilk önce ileri sürülen kelime “Sinâ-yı Emel” olmuştur.
Ne münasebetle, diyeceksiniz...
“Emel”in asıl Türkçesi “umma”dır yukarıdaki terkip bu itibarla anlatması epeyce uzun bir manaya geliyordu; daha doğrusu bu ismi bulanlar onda böyle bir mana olacağı vehmine kapılıyorlardı: Musa yeni cemiyetin remzidir; o, nasıl Sinâ yarı madasında Tûr’un tepesine çıkarak Rab ile buluşmak suretiyle mesleğinin son haddine erişti ise bizim edebî teşekkül de öyle bir dereceye yükselme ümidini taşıyarak, bu ümitle çalışacak. Uzun iş, zor iş, karışık iş... Ayrıca Yahudice bir havası, bir Tevrat çeşnisi, şekil cihetinden değilse de medlûl ve mana itibariyle bir “Salamon Levi ve Şerikleri” ticaret firması acayipliği de var. En doğrusu Edebiyat-ı Cedide’ye has bir kelime, hayal ve fikir tuhaflığı var.
Edebiyat tarihi, “Fecr-i Âti” için başlangıçta Servet-i Fünûn edebiyatının devamıdır hükmünü verir; doğrudur. Doğru olduğunun bir ispatı da “Sinâ-yı Emel”in mecliste kendisine taraftar bulmasıdır. Fakat kabul edilmeyişi de gençlerin o tesirden çabuk kurtulacaklarına işaret sayılabilir.
Sinâ-yı Emel’i teklif edenler arasında Ahmet Hâşim’in bulunması ihtimali çok kuvvetlidir. Zira şairin:
Firâz-i-zirve-i-sinâ-yı-kahra yükselerek,
mısraları bu kelimeye karşı muhabbetini göstermektedir.
Sinâ-yı Emel’i beğenmeyip mırıldananlardan biri de bendim. Ama ben kimdim?(...) Tahsin Nahit, o zaman “Jön Türk” piyesini oynatmış bir yarı şöhretti; Hamdullah Suphi kendisini yazıları ile hemen hemen tanıtmıştı; hoş, yazmamış olsa da fıtrî bir kabiliyetle, zarif kıyafetiyle, büyüksü vaziyetleriyle kendisini yine tanınmış şekle sokabilir, tanıtırdı. Müfit Ratip, çoktan sahneye çıkmış, “Zor Nikâh”ı muvaffakiyetle oynanmış ve tiyatro tenkitleri yapmıştı. Emin Bülent sporcu, Ahmet Haşim kavgacı, Şahabettin Süleyman coşkun, Ahmet Rasim, Celal Sahir ve Faik Âli Servet-i Fünûn’dan yadigar, binaenaleyh üçü de nüfuzlu idi. Mecliste zannederim, dostum Ali Süha, Cemil Süleyman, Mehmet Behçet, Köprülüzâde de bulunuyordu. Bu henüz meçhuller arasında Yakup Kadri ile ben de karışmıştım ve öyle hatırlıyorum ki Sinâ-yı Emel’i o meçhuller grubunun müşterek homurtuları yere çarpmıştı.
Fecr-i Âti’nin isim babası kimdir, bu teklifi kim yaptı, unutmuşum fakat “Sinâ-yı Emel” gibi bizi hem terkip hem muhayyile yükü altında ezen ismin arkasından “Fecr-i Âti” aramıza bir demet çiçek gibi renkli ve hafif düşüverince üzerine koşuştuk. Öteki sırık hamallarının hınk diye yere attıkları bir balya gibi ortada kala kaldı.
Fecr-i Âti’yi istihza olsun diye bazıları, din işleri derslerinde tarifi geçen “Fecri Kâzib” yani sahah olmadan evvel tan yerinin yalancıktan biraz ağarıp yine kararması, tekrar karanlığa gömülmesi hâdisesine benzetmişti. Doğru değil. Zira fecir, lügat bakımından güneş, ufkun altında 18 dereceye vasıl olduğu zaman tan yerinde hâsıl olan hafif kızıllık demektir; güneşin doğuşu manasına gelmez. Nitekim şafak da, batıştan sonra garpta görünen aynı renge denir. Fecr-i Âti terkibinde bu itibarla bir kendini küçük görme ve gösterme nezaketi vardır. Sonraya vaat ediyor.
Bence isminin delâlet ettiği sözü tutmuştur: Edebiyat tarihimizde Milli edebiyat bugünkü edebiyat diye anılan oldukça feyizli devreye o kızıllıktan gittikçe nurlaşan birkaç keskin şule dökülmesiydi, o devre daha sönük kalacaktı, belki de göz gözü görmeyecekti. Karanlığa uzanan mumun kadrini gece yolcusuna sormalı.