Ahmet İhsan Tokgöz
Matbuat Hatıralarım
Eski Vaniköyü nasıl bir yerdi?
Babam muhasebecilikte, defterdarlıkta dolaşır olduğu için, Erzurum’da doğmuş, Kastamonu’da yürümüş, İşkodra’da mektebe başlamış, sonra bir aralık Boğaziçi’nde aile ocağımız olan Vaniköyü’nde zaman geçirdikten sonra Şam Rüştiyesinde (ortaokulunda) ilk tahsilimi yapmıştım. Vaniköyü’ndeki yalımızın yerinde şimdi başka yalının bahçesi var; orasını ne zaman görsem çocukluğumun üç senesini geçirdiğim bu asude köyün eski şekli gözümün önüne gelir. Vapur iskelesi ta öte başta, Kandilli Lisesi’nin altına tesadüf eden açıklık yerdeydi ve iskeleden sonra İstanbul tarafına doğru sırayla çok büyük yalılar diziliydi. Baştaki Serkâtip Mustafa Paşa yalısının rıhtımları hâlâ orada duruyor. Serkâtip’in yalısının odaları kırkı aşkındı. Yalının sofaları, zamanın deyişiyle, içinde at koşturulur türdendi, sofalarda komşu çocuklarıyla cami avlusunda koşar gibi koşuşup yalının ucunu bucağını zor bulurduk
Bursalı Rıza Efendi Yalısındaki Dershane
Serkâtip’in yalısından sonra saygıdeğer üstat Recaizade Ekrem Bey’in yalısı, Niyazi Efendi yalısı, İhtisap Ağası Hüseyin Bey yalısı, İngiliz Ali Bey yalısı, Eşref Bey yalısı gelirdi. Bizim küçük yalı, Eşref Bey yalısına bitişikti. Saygıdeğer edebiyatçı Samipaşazade Sezai Bey’in oturduğu Eşref Bey yalısına sonradan eklenen bizim yalıyı geçince Amedi Cafer Bey yalısı ve en sonda, ileri gelenlerden Bursalı Rıza Efendi’nin yalısı gelirdi. Bu yalı akıntının bittiği yerdeydi, orası şimdi çöp dökülen bir arsadır! Köyün mektebi olmadığı için, Bursalı Rıza Efendi’nin çocuklarına tuttuğu bir hocadan bütün köy çocukları ders alırdık. Merhumun yalısında bahçeye bakan büyük bir oda, Vaniköy çocukların mektebiydi
(...)
Çubuklu, Dondurmalı Gece Sohbetleri
Yalılar yalnız yazın oturmak içindi. Kış gelince göçler olur, köyde kimse kalmazdı. Onun için, Vaniköyü’nün fevkalade hayatı yaza mahsustu. Paşalar ve beyler her akşam bir yalıda toplanıp sohbet ettikleri için, yatsı ezanına yakın, yalıların sokak kapılarından, muhteşem muşamba fener önde evin efendisi çıkar ve o gece toplanılacak yalıya yönelirdi
Paşa ya da efendilerin kılıkları hâlâ gözümün önündedir. Beyaz halis ketenden önü yırtmaçlı entari üzerinde Şam hırkası ya da ince bir kürk bellerinde şal ya da Trablus düğmesi kuşak ayaklarında kundura ve potin ellerinde tespih…
Hangi yalıda toplaşılacaksa oradaki en büyük odada lambalar ve iri şamdanlı mumlar yakılır, çubuklar hazırlanır, odanın üç yanını dolduran beyaz örtülü minderlerin üzerine beyaz entarili paşalar, efendiler ve beyler dizilirdi. Kandilli temannalar ve hatır sormalar tekrarlanırken kapıdan çubuk uşakları, ellerinde pirinç büyük lüle tablasını genellikle hasır kaplı olan yere, diz çökerek bırakırlardı. Ve biz çocuklar bu manzaraları kapı aralığından ya da pencere arkalarından görür, denizden gelecek dondurmacıyı beklerdik. Gündüzleri karpuz, geceleri nefis dondurma satan Beylerbeyi Hafız, öğleden sonra “Kan kırmızı kurabiyeler!” diye bağırırken yatsı zamanı paşalarla efendilerin toplandıkları yalı önüne gelince “kaymaklı, vişneli!”yi bastırırdı ve mutlaka onun dondurma kutusu, selamlık ve harem için dolan tabakalarla boşalırdı
Şimdi Vaniköyü’nden geçtikçe bunlar gözümün önünde canlanıyor. Bursalı Rıza Efendi’nin yalısındaki ders odamızı görüyorum. Sonraları Beyazıt’ta mürekkepçilik ve mühreli kağıtçılık ettiğini gördüğüm hocamızın duvarda asılı falaka değneğini hatırlıyorum. Kargacık burgacıkla son bulan elifba dersimizi, Rıza Efendi’nin yalısındaki ihtiyar ayvazı, beni mektepten almaya gelen lalam Halil Ağa’yı düşünüyorum. Halil Ağa babamın da lalasıydı, evde ailemiz üyelerindenmiş gibi teklifsizdi ve beni gözü gibi severdi. İşte bu emektar Halil Ağa ile ömrümde ilk “matbaa”yı gördüm
Serasker Kapısı’nda
Ayağıma lapçın kundura almak için Halil Ağa bir gün beni İstanbul’a indirmişti. Çarşıdan lapçınları aldık, yeni fesimin mavi ipek püskülünü okşayarak Serasker Kapısı’na geldik; orada muhasebeci yardımcısı olan babamın odasına uğrayıp beraber Vaniköyü’ne dönecektik... Babamın odasındaki ufak yazı çekmecesinin üstünde, yeni yayımlanmaya başlamış olan Ceride-i Askeriye’yi gördüm. Heceleye heceleye birkaç kelimesini okudum ve babama:
- Gazete nasıl yapılır? diye sordum
Oradaki pırasa kadar uzun ve ak bıyıklı bir subay babama dedi ki:
- Müsaade ediniz de mahdum beye matbaayı göstereyim!
Pırasa bıyıklı subay elimden tuttu, Halil Ağa yanımdan ayrılmadı. Serasker Kapısı’nın Fincancılar Yokuşu tarafındaki bir daireye geçtik ve orada askeriye matbaasını gördüm. Harflerden bir “Ahmet İhsan” dizip iplikle sararak bana verdiler. Matbaada nasıl makine vardı, nasıl basıyorlardı, iyi anlayamamıştım; fakat o yedi parçadan oluşa kurşun harfleri çok zaman yanımdan ayırmadım
O zamandan beri tam elli üç yıl geçti ve ben yedi yaşındaydım.