Hakan Alan
Kitapçının camekanının önünde durdum. Raflarda dizilmiş binlerce kitap vardı. Camekana da seçilmiş birkaç kitap konulmuştu. Hepsi ayrı bir dünya diye düşündüm. Gerçekten de öyleydi. Camekanın ardındaki kitapları izledim. Güncel kitaplar yerine, klasik özelliğini kazanmış kitaplara yer ayrılmıştı. Zengin dünyaları vardı hepsinin. Pırıl pırıl selefonlu kapakları güneşte parlıyordu. Fazla düşünmeden dükkanın ahşap kapısını açıp içeri girdim. Dükkanı dolduran raflar çeşitli bölümlere ayrılmıştı. Klasikler, Türk yazarları, tiyatro, tarih.. Kütüphane gibi zengindi. Klasikler bölümünün olduğu rafa gittim. Diğer bölümlere oranla daha az kitap vardı. Burada dizilmiş kitapların birçoğunu okumuştum. Okumaya başladığım ilk yıllardan itibaren devamlı klasik romanlara yönelmiştim. Yüzyıllık romanlar oluşu, değerlerini bir kat daha arttırıyordu. Edebiyata klasik kitaplarla girmenin daha uygun olduğunu düşünüyordum.
John Steinbeck’in kitabı gözüme ilişti. Okuduğum ilk kitap onunki olmuştu. Bir arkadaşımın kitap okumamı önermesiyle ilk onunla daldım bu dünyanın içine. Çok iyi hatırlıyorum. O dönemler lise öğrencisiydik. Fazla paramız olmadığından dışarıda satılan, yerlere serilen kitapları alırdık. Biraz da hakkımız vardı herhalde, az olan paramızı yarı fiyat olan bu kitaplara yatırırdık. “Gazap Üzümleri” isimli ilk okuduğum kitabın sekiz sayfası eksik çıkmıştı. Madem dışarıdan ucuza alıyorduk, buna da katlanmalıydık diye düşünmüştüm. Gazap Üzümleri, mükemmel tasvirleri, oturmuş karakterleriyle hemen sarıverdi beni. Tasvirin ne olduğunu yeni öğreniyorduk daha. Ama o uçsuz bucaksız ovalar, yolların kenarından itibaren tarlalar, Steinbeck’in yaşadığı hayatı çok güzel aktarıyordu bize. Bunun sıcaklığını da kitapta gördüm. İlk kitabın mükemmel oluşu, okuma isteğimi arttırmıştı. O bakımdan ilk kitapların önemli olduğunu düşünürüm. Daha sonra okuduğum kitaplarda, bu tür kitapları aratmayacak eserler bulamayınca bunu daha iyi anlıyorum. Çünkü hiç birşey ifade etmeyen, lise öğrencisini saramayacak türde bir kitap okusaydım, herhalde yarım bırakırdım okumayı.
İlk kitaptan sonra altı tane daha Steinbeck kitabı almıştım. Hepsinden de aynı hazı aldım. İlk tanıdığım romancı olarak, Steinbeck bende derin izler bıraktı. Daha sonra farklı yazarları da okumaya başladım. Balzac, Steinbeck’ten sonra tanıdığım ikinci yazardı. Niçin yabancı yazarlarla başladım, bu yazarlarla sürdürdüm diye düşündüm çoğu zaman. O dönemler yerli yazar tanımazdım. Edebiyat derslerinde bize hep Balzac, Dostoyevski, Tolstoy gibi yazarlar önerilirdi. Sayfa sonlarındaki roman özetlerini okur, klasik olmasını sağlayan özelliklerini merak ederdik.
Rafta Balzac’ın kitaplarını görünce, yine Steinbeck gibi özlediğim, ilgimi çeken kitaplarını gördüm. Balzac anlatışı bakımından biraz ağır yazardı benim için. Uzun cümleler, onlarca sayfalık bölümler kitabı anlayışımı zorlaştırsa da, adını koyamayacağım çekiciliği vardı. Günde on beş saat oturup bu işi yapan yazar, okuyucuyu kendine çekmekle emeğinin karşılığını almıştı aslında. Balzac, roman yazarken giydiği beyaz gömleği, içtiği kahvelerin tadı, romanı okuduğunuz zaman size vereceği keyifte saklıdır. Siz de kahve içerek onun kitaplarını okuyabilirsiniz. Onun kitapları beş sayfa okuyup da kenara konulacak cinsten değildi. Oturdun mu uzun olan bölümler bitirilmeliydi. Yarım bırakıldığı anda özelliğini yitirebilecek cinsten kitaplardı.
Balzac’ın ilk okuduğum kitabı Goriot Baba, rafta dikkatimi çekmişti. Edebiyat kitaplarında dünyaca ünlü eserler arasındaydı. Aradan zaman geçtiği için, kahramanları ve konunun genel yapısı dışında çok şey hatırlayamıyorum. Gazap Üzümleri’nden sonra okuduğum ikinci kitaptı. Daha yeni başladığımız okuma hayatında, yerlerde serili kitaplar arasında onu görünce alma gereksinimi duymuştum. Madem edebiyat kitaplarında adı geçiyor, okunmalıydı. Daha sonra Köy Doktoru, Eugenie Grandet, Tılsımlı Deri kitaplarını sırasıyla okumuştum. Tılsımlı Deri’nin gizemini halen hatırlıyorum. Kahramanın adı aklıma gelmese de, kötü hayatı nedeniyle intihar için gittiği köprüde arkadaşlarını görmesi ve intiharını ertelemesi çok ilginçti. Tılsımlı deri sayesinde birden değişen hayatı, kendini balolarda buluşu, sosyetedeki entellektüel konuşmaları kitabı çok ilginç kılmıştı. Nerden nereye dedirtecek cinsten bir kitaptı. Tılsımlı derinin sihiri onu intihardan vazgeçirmiş, zengin etmiş, sonunda da ölümünü hazırlamıştı. Kitabı görünce film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden, başlı başına bir dünyaydı bu kitap. Fantastik türlere meydan okuyan kitaptı. Balzac’ın kitapları bende Steinbeck’ten farklı duygular uyandırmıştı. İnanılmaz tasvirleri, geniş yaratacılığı ile bir daha yazılamayacak kitapları ortaya koyuyordu. Balzac’ın herhangi bir kitabını şöyle ortadan açıp üç cümle okusanız, yaratıcılığının her cümleye yansıdığını farkedersiniz.
Rafta gözlerimi dolaştırırken, Steinbeck tarzında yazan, kitaplarını ilgiyle okuduğum Jack London’u gördüm. Beyaz Kurt kitabı, hayvanları anlatabilmedeki başarısını göstermişti bana. Onun dışında Martin Eden’i görünce yüzümde tebessümün oluştu. Uzun zaman sonra gördüğüm kitabı tekrar okuma isteği duymuştum. Yazar arka kapakta kendi hayatını anlattığını yazmıştı. Çok iyi karakterdi Martin Eden. Zengin birine yardım edişiyle farklı bir dünyanın göz alıcı hayatında buldu kendini. İlk defa güzel bir evde bulunuyordu. Yalnız bir insandı, fakirdi. Dergilere hikaye göndererek geçimini sağlamaya çalışıyordu. Hatta bir bölümde dergiye giderek verilmeyen parasını zorla alışını anlatıyordu. İnanılmaz yapıtlardan biriydi benim için. Kitabın sonu umduğum gibi gelişmemişti. Bindiği gemi limandan ayrılınca kendini denize atıyor, dibe yüzerek ölümü bekliyordu. Belki de bu kitabında Jack London, genç yaşında intihar ederek son vereceği yaşamı için içe döküşü yaşıyordu. Martin Eden iyi bir insandı, insanlara yardım ediyordu, fakat sonunda intiharı seçiyordu. Jack London bu yapıtıyla beni kendine hayran bırakan yazarlardan biriydi. Kitabın arka kapağındaki yazıyı okuduktan sonra rafa geri koyuyorum.
Hemen yanında duran Demir Ökçe de, yazarın önemli kitapları arasındaydı. Tıpkı Martin Eden’de olduğu gibi, bu kitabın sonu da umduğum gibi bitmiyordu. O. Henry’nin hikayelerini anımsatan, şaşırtıcı bir son hazırlamıştı yazar bize.
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ının ilk cildini alıyorum elime. Üç cilt olan bu kitabı daha dersaneye giderken almış, kütüphaneme yerleştirmiştim. Onlarca kitabı okurken bu kitabı hep sona saklıyordum. Ününü duymuştum, bunu bildiğim için en son okumaya karar vermiştim. Bu şekilde bana daha yararlı olabileceğini düşündüm. Ve okuduğumda da bu düşüncemin doğru olduğunu anladım. İnanılmaz karakterleri ile bir daha yazılamayacak bir roman veriyordu edebiyat alemine. Soylu aileler, Napolyon’la yapılan savaş dev bir panorama içinde sunuluyordu. Dünyanın belki de en iyi kitabıydı bu yapıt benim için.
Diriliş, Hacı Murat, oğlunun kendisi için yazdığı hayat hikayesini, biyografisini okumuştum. Hacı Murat’ın kurgusuna hayran kalmıştım. Yazarın yürürken Hacı Murat’ı hatırlayışı, anlatmaya başlaması, romanın tamamını oluşturuyordu. Romanın sonunda tekrar başlangıca, Hacı Murat’ı hatırladığı ana dönmesi bende şaşkınlık ve hayranlık uyandırmıştı.
Gorki, Dostoyevski, bende iz bırakan diğer Rus yazarlar olmuştu. Gerçi ilk göz ağrılarım olan Steinbeck, London ve Balzac’ı her zaman ayrı tutmuşumdur. Onlar yol gösterici olmuşlardı. Edebiyat dünyasının babalarıydı benim için. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza kitabını, dersaneye giderken vapurlarda bitirdiğimi hatırlıyorum.
İlk okuduğum hikaye kitabı O.Henry’ninkiydi. Hiç umulmadık sonlar hazırlaması onu diğer hikayecilerden ayıran başlıca özelliğiydi. Cümleleri istediği gibi kullanıyordu. Bana bu “yazıyı istediği yöne çekmek” gibi geliyordu. Onu okuduğumda, yazdıklarının edebiyatı mükemmelleştirdiğini düşünmüştüm.
Kitapçıda gördüğüm klasik eserler unuttuğumu sandığım edebiyat anılarımı canlandırmıştı. Kitapları okurkenki duygularımı iyi hatırlıyorum. Steinbeck’in anlattığı yerleri görmek, gezmek istemişimdir çoğu zaman. Yaşadığı yerleri bu kadar güzel anlatan yazar tanımam. Gazap Üzümleri ve Fareler ve İnsanlar’ın karakterleri, ölümsüzleşmişti bende. Fareler ve İnsanlar’da birbirini her yönden tamamlayan iki insanın hayatı anlatılıyordu. Uzun boylu, iri olanı güç yönünden, kısa boylu ve zayıf olanı ise zeka yönünden birbirlerini tamamlıyordu. İdealleri uğruna çalışmak ve para biriktirmek için çırpınmışlardı, fakat sonu hazin şekilde noktalanmıştı. Beni derinden etkileyen romanların başında gelmişti Fareler ve İnsanlar.
Victor Hugo’nun Sefiller romanı da, okuduğum ilk kitaplar arasındaydı. Jan Valjan’ı kötü yollara iten hayatı, sonra iyiliğe yönelişi, başarısı ve belediye başkanlığına kadar yükselmesi, insanları hor görmeye kimsenin hakkının olmadığının bir göstergesi gibiydi. Okuma yazma bilmeyen Jan Valjan, zengin oluyor, sonunda üvey kızıyla birlikte hayatını devam ettiriyordu. Farklı hikayesi olan insanların buluştuğu ilginç kitaplardan birisiydi. Rafın başında duran kitap, dünyanın en iyi kitaplarından biriydi benim için. Erişilmesi imkansızdı, onun tarzında eser bir daha yazılamazdı herhalde.
Kitapların geniş dünyasına kısa bir yolculuk yapmıştım. Daha sonra da birçok kitap okumuştum, ancak o kitaplardan aldığım hazzı, tasvirleri başka kitaplarda bulamadım. Modern edebiyatta bulamadığım tattı bu. Kapı ardımdan kapanınca yolun karşısına geçtim. Camekanın önü boştu, kitaplar zengin dünyalarını keşfedecek okuyucuları bekliyordu.