Mehmet Rauf
Edebî Hatıralar (Sadeleştirilmiştir.)
İlk günlerde idi. Sonraki teklifsizlik ve samimiyet daha pek hasıl olmadığından Servet-i Fünûn'a her gün gitmiyor ve gittiğim zamanlar çok kalmıyordum. O günlerde Cenap'la beraber Cahit ve Cavit'in terk ettiği Mektep risalesinde çalışıyorduk. Şimdiki ajans binasının üst katında bir odada bulunan idarehanede haftada üç dört gün buluşur, orada yazı ve tashih işlerini bitirdikten sonra beraberce Servet-i Fünûn 'a giderdik.
Fikret oraya kendine mahsus hararet ve galeyanla bütün dostlarını davet ediyor, iktidar sahiplerini toplamaya çalışıyordu. Bu sebeple o zamana kadar tanımadığımız, görmediğimiz birçok adamlara rastgeliyor ve birçok kişilerle temas ediyorduk. H. Nazım, A. Nadir gibi daha sonra edebiyatta büyük mevkiler alan kişiler ile Hüseyin Sîret'i, İsmail Safa'yı orada bu esnalarda gördüm, tanıdım.
Yine bir gün Fikret'le idarehanede yalnızdık. İnce, uzun boylu ve centilmen tavırlı bir zat geldi. Bu, hiç görmediğim bir sima idi. Fikret onu hararetle kanapeye oturttu, konuşmaya başladı. Ben kenarda, yazıhanede İngilizce gazetelere bakıyordum. İki dakikalık bir konuşmadan sonra Fikret'in dostlarına hitap ederken tatlı bir ahenk alan sesi yükseldi:
— Rauf Bey...
Başımı kaldırdım. Misafir de ilgi gösterir bir tebessümle bana bakıyordu. Fikret takdim eder bir tavırla:
— Ahmet Hikmet Bey, Pera Palas'ta hikâyenizi pek beğenmiş ve ondan heveslenerek bir hikâye yazmış, getirmiş, dedi.
Ruhi ve manevi bağların sevkiyle samimi olmaları kaçınılmaz insanlar gibi ikimizde de bir hamle oldu. Ben acele ettim, o iki adım attı. Uzanan ellerimiz birbiriyle kucaklaştı.
İşte Ahmet Hikmet'le ilk tanışmamız bu şekilde oldu. Kendisi Servet-i Fünûn'dan evvel birkaç ufak dergiye hikâyeler yazmıştı, daha o zaman edebî bir mevcudiyeti var idi.
Vazife itibarıyla Dış işlerine devam ettiğinden idarehaneye nadir gelir ve geldiği zamanlar yarı resmiyetle beraber bizim bulaşıcı ve galeyanlı neşemize katıldığı olurdu.
Servet-i Fünûn'da birbirini takip eden hikâyeleri oldukça başarı gösteriyor ve herkesi takdir edici olmaya sevk ediyordu. Gitgide bütün arkadaşlar gibi onunla da dostluk kuvvetlendi. Bir gece bütün Servet-i Fünûn ileri gelenlerini o zaman Osmanbey'de gazinonun karşısındaki evine yemeğe çağırdı. Beni birkaç defa hususi davet etti. Samimiyeti kuvvetlendirmek için lazım olan şeyleri yaptı.
Hâristân ve Gülistan kitabı yayımlandığı vakit, Fikret Servet-i Fünûn'dan çekilmiş, gazeteyi Cahit üzerine almıştı. Ben o günlerde çıkan kitaplar hakkında makaleler yazmakta olduğumdan bir tane de onun hakkında yazdım. Hiç unutmam, bu makale yayınlandığı gün matbaada üç dört arkadaş oturuyorduk. Hikmet kapıda göründü. Makalem genel hatlarıyla lehinde olmakla beraber birkaç noktada onu memnun etmeyecek şekilde aleyhte idi. Kendisinin bunları nasıl değerlendireceğini bilemeyerek şüphe ve tereddüt ediyordum. İlk sözlerinden hemen anladım ki yazdığım şeyleri hoş görmemişti. Hazır bulunanlar her vakitki gibi kahkaha ve alayla onun resmiyetini ve gücenmesini örtmeye, samimiyetini davete çalıştıkları hâlde o ciddiyetini muhafaza etti. Ve söz arasında: "Canım bunu neden böyle yazdın?" demeye kadar vardı.
Dostluk semamızda ortaya çıkan bu hafif bulut, samimi sanatkârlar arasında olması lazım geldiği gibi pek çabuk dağıldı. O benim takdir ve iyi niyetimi anladı, ben onun bu inceliğine minnettar oldum. Başka herhangi yazarlar arasında ihtimal kırgınlığa kadar varabilecek bu hadise böyle kapandı. Samimiyetimiz bundan sonra her fırsatta, hayatının bütün alanlarında vefa ve sadakatle devam etti.
Bu kış başında kendisine bir gece Millî Sahne'de rastgeldim. Ankara'dan dönmüş, İstanbul'da yerleşmişti. Kim derdi ve nasıl inanılabilirdi ki o zaman bu kadar canlı, bu kadar zinde ve genç görünen bir adam bu kadar çabuk aramızdan çekilecek gidecekti? Ah hayat bu işte... Bir varız bir yokuz... Tahammül etmeli...
Ahmet Hikmet, bu son günlerde o kadar takdir ve övgü ile söz konusu olan Türkçülüğe, Galatasaray Lisesinde edebiyat hocalığını üstlendiği zaman meyletti. Ve bu büyük fikir evvela, yalnız Türkçemizde Arapça ve Farsça kuralların hâkimiyetine ani bir isyandan ortaya çıktı.
Kendisi uymaya mecbur olduğumuz bu kuralları istemiyor, kabul etmiyor ve kaldırıp atmayı gerekli görüyordu. Bir gece Büyükada'da Halit Ziya, o ve biz bu konu hakkında uzun uzun tartıştık. Kendisi bu fikre bütün varlığıyla o kadar bağlanmıştı ki tahammül edemiyor, taşıyor ve coşuyordu:
— Canım ne demek Allah aşkına, diyordu. Haydi lisanımız fakir olduğundan tıpkı Fransızların, İngilizlerin yaptığı gibi ecnebi kelimelerini alalım, kullanalım. Bu kuralların ne işi var? Bunlara neden mecbur oluyoruz? Fransızcada birçok Latin kelimeleri var, İngilizcede de birçok Fransız kelimeleri olduğu gibi... Yazarlar bu kelimeleri kullanıyorlar fakat İngilizler bu Fransızca kelimeleri Fransız dil bilgisi kurallarıyla değil sırf İngiliz kaidelerine göre kullanmıyorlar mı? Bizim bu hâlimiz dil meselesinden çıkıyor da âdeta bir esaret oluyor. İnsan konuştuğu, yazdığı dile hâkim olmazsa neye hükmedebilir!
İşte bu özdür ki zaman geçtikçe arızalar ve şartlar tesiri altında genişlemiş, derinleşmiş, yükselmiş, uzamış ve bugünkü parlak ve muhteşem Türk varlığının temelini oluşturan milliyet fikrini doğurmuştur.
Bu itibarla Ahmet Hikmet sadece bir edip olmakla kalmamış, edebiyatın da üstüne yükselerek bir çeşit millî mürşit mevkiine çıkmıştır. Bu sebepledir ki bütün ediplerin imrenmesine layıktır.