Cenap Şahabettin
Onuncu Mektup Hac Yolunda (Sadeleştirilmiştir.)
Onuncu Mektup
Hac Yolunda (Sadeleştirilmiştir.)
Mehmet Ali Paşa Camii eteğinden, sabah Kahire'yi seyretmek, her seyyah şairin heyecan ve sabırsızlıkla isteyeceği dünyayı unutma bahanesidir. Güneş, hiçbir renk belirtisi ile gökyüzünde bir doğma belirtisi göstermeksizin, "Cebel-i Mukattam" arkasındaki ufkun kenarından parlayarak bütün havayı altın bir sonsuzluk ateşiyle parlatıyor. Şehir üzerinde, nazik bir uyku sersemliği gibi titreyen şeffaf bir buğu, ansızın eriyor. Semanın gül renkli doğuşu ile sonraki parlak rengi arasında ancak birkaç küçük dakika geçebiliyor.
Bu esnada, şehir içindeki hayat uyanıklığının yaygarası, etrafın bütün yaşam ezgisine karışarak ta uzaklarda bulutlara, mesafelere sarılmış bir gök gürültüsü gibi uzaktan uzağa dalgalanma ile kayboluyor. O zaman büyük piramitler, Mısır'ın ebedî birer koruyucusu gibi gurur ile semaya doğru ayağa kalkan büyük piramitler... Ötede Menfis Harabelerini, örten hurma ağaçları... Sağdaki Helyopolis Sahrası ki bütün sanat dalları ve sanatın asıl mayası buradan çıkmıştı... "Cize"nin bir taze gülüşle dolu bahçeleri... Bütün Eski Mısır harabeleri, yıkılmış kubbeler, metruk değirmenler, ihtiyar baykuşlar... Daha beride bir mahşer yeri hâlinde göz önünde karıncalanan Kahire şehri... Bahçeler, meydanlar, her yer, her şey bir ışık bolluğu içinde kalıyor. Güneşin doğuşu, ötede, Nil üstünde, bir mutluluğun rahatlığı ile kayıp giden zarif "Zehabiye" lerin beyaz yelkenleri üzerinde, bir hevesli çocuk gibi binlerce rengârenk oyuncak ile oyalanıyor. Çöl, hafif mavi gölgeli bir hafif kırmızlık içinde uzayan görüntüler kadar uzayıp gidiyor.
Çıplak yerler renk ve ışıkla örtülü, en ölü yerler bir ruh ferahlığı ile yerleşmiş görünüyor. Şehir içinde taş ve ışık, gölgeler ve parlaklık, toprak ve altın, garip karşıt parıltılarla görünüyor. Hevesli bir nakkaşın oyduğu nakışlı bir kubbe üzerinden sanatsal daireler ve zarafet gibi narin bir minare feveran ediyor. Ötede, geniş kabristanlarda, o hayatın siyah yolu üzerinde, taze mezarlar arasında baştan ayağa siyah giysili kadınlar, birer matem gölgesi gibi dolaşıyorlar...
Bütün manzara bir Arap şiiri, bir serap hayali gibi toprağın ve ışığın salonu gibi latif ve garip. Kaşaneler, harabeler, asr-ı Kelimden (Hz. Musa'nın devrinden) kalma şeyler, tozlu eserler ile örtülü yerler, harabe manzaraları, bütün nakışlar ve yıkıntılar, bulut parçaları içinde bulanık ufuklar, Nil-i mübarek, her şey, her yer, ılıman bir hava ile şiddetli bir ışık altında hayatın zevk titreyişleri...
"Bulak Müzehanesi"ne girmek üzere, bu ışığın büyüsünden çıktım. Mısır kıtasında gömülü olan eski servetlerin büyük bölümü, bir şekilde Avrupa'ya geçmiş olduğundan, Bulak Müzehanesi'nde bugün değerli eski eserlerin çoğuna tesadüf edilemez. Mamafih, Nil kenarındaki o hoş binayı dolduran şeyler arasında öyle seçkin eserler vardır ki insan, onların karşısında bütün ululuk fikrini unutur. O nefais arasında, ekseriyeti, eski kralların, hayattayken yaptırıp da öbür dünyada bir maddi kalıcılık aramak müşrikane ihtirasıyla sınırsız çölün uzak ve gizli bir köşesine gömdürdükleri kendi heykelleri teşkil eder. Taştan, madenden, her şeyden heykeller var. Hele tahtadan oyulmuş zarif bir heykel var ki şahsiyeti tayin olunamamış ve ancak garip bir tesadüf eseri olarak bir köy şeyhine benzediğinden, namına "Şeyhü'l-Beled (Memleket Şeyhi)" denilmiş.
Eski eserler ilminden tamamen habersiz olduğum için bu zengin müzehanedekilerin değeri hakkında verebileceğim malumat, emniyetli bir rehberin hızlı uyarılarından fikrimde kalan perişan şeylerle sınırlı kalacaktır. Orda, kraliçe "Aahhotep'in otuz-kırk asır evvel yaşayan bu kadının, yüzükleri, köstekleri, bilezikleri, küpeleri, gerdanlıkları varmış. Hepsi de inciden, mineden, altından yapılmış, taklidi imkânsız bir yumuşaklık ve zarafetle işlenmiş, hakikaten pek güzel şeyler. O kadın bunlarla milad-ı Kelim'den evvel süslenirmiş... Bunlardan başka Hz. Yunus devrinden kalma put heykeller pek mühim bir mevki işgal ediyordu. Bunlar arasında, granitten, tunçtan yapılmış büyük heykeller, ince mineden dökülmüş firuze gibi mavi, zümrüt gibi yeşil, küçük putlar vardı. Bir yerde tarakları, iğneleri, mühürleri ile eski Mısırlı kadınlar; bir yerde zarları, satrançları ile eski zaman kumarbazları; bir yerde bütün alet ve edevatı ile eski devir amelesi görülüyordu... Ötede beride İlk Çağ büyüklerinin heykelleri ki bazıları oturuyor, bazıları ayakta, bazılarının elinde yazılarla dolu bir papirüs, bazıları ebedî huzura çıkıyormuş gibi ellerini hürmetle göğsüne kavuşturmuş, bazıları taştan adımlarla yeniden hayata girmek istiyormuş gibi sol ayağını ileri atmış... Boyalı taştan, normal büyüklükte iki heykel var ki gerek eskilik ve gerek güzellik itibariyle özellikle dikkat çekiyor: Biri Prenses Nefert'e, diğeri kocası yahut biraderi Prens Rahotep'e ait bu iki sanat ürünü, büyük ehramlardan (piramitlerden) bir sene evvel yapıldıkları hâlde, sonradan keşf ve ihrac olunmuş. Ve garibi şu ki hiçbir taraflarında bir eser-i harabı görülmemiştir. Bunlar, dün yapılmış gibi tam ve taze idiler. Birer çift billur küreden yapılmış gözlerinde güneşin ışıkları, müthiş birer nazar-ı hakikat gibi parlıyor, aldatan hayat manzaraları veriyordu... Daha sonra firavunların, firavun ailelerinin tabutları ile mumyaları. Namütenahi büklümler içinde, hüviyetleri hayal meyal görülen bu eski eserlerin birkaç yüz asra mukavemet etmesi ne kadar acayip ise manzaraları da o kadar çirkin!
Bütün bunlar tahnit edilmiş; yalnız naaşları, cesetleri değil, elbiseleri, kunduraları, yiyecekleri, takma saçları; etler, sebzeler, yemişler, her şey birlikte tahnit edilmiş. Bunlar arasında en mühimi, ikinci Ramses'in mumyasıymış...
Birinden diğerine geçilen o geniş salonlarda, birkaç ziyaretçinin ayak sesinden, bir iki rehberin mırıltısından başka bir sarsıntı yoktu. Velvele-i hayatlarıyla tarihin ön sözünü yazan bu sabah-ı insaniyet kahramanlarının sessiz durgunluğu, bir dinî öğüt ve tehdit içerir gibiydi. Bunların karşısında ruh bir mengene ile eziliyor gibi oluyor, vücut bütün yokluğun soğukluğunu hissediyor, vücut içindeki hayatın gücüne korku titremeleri ile asılı heyecan kalıyor. Bu eski manzaraların, tarihin yararları olduğunu bilirdim fakat ahlaki etkisini hissettim. Düşünecek kadar canlı olan bir dimağ için bir müzehanede bütün bir ders-i ibret var...
* * *
"Subra" bahçesinde bir gezintiyle bugünkü gezmeye nihayet vereceğim. Bu bahçe bir mesiredir ki cuma ve pazar günleri kadın, erkek bütün Kahire kibarları çoğunlukla orada gezerler. Subra'ya giden yol, güzel, o kadar güzeldir ki "Arz üzerinde emsalsizdir." denilse revadır. Nil sahilinde yüksek bir şose teşkil eden o yolun iki tarafı, büyük, gölgeli ağaçlar, Arapların "cimmiz" dedikleri bir nevi yabani incir ağaçlarıyla çevrilidir. Bu büyük, bu güzel ağaçlar, iki taraftan kavuşarak şose üstünde zümrüt bir kubbe oluşturuyor, ağaçların kütükleri sağa sola coşkulu, garip bir hevesle bükülmüş birer sağlam sütun hâlinde; yol bu ağaçların altında bir gibi beşik gölgesi gönlü dinlendiren, yapraklar arasından nüfuz eden güneşin nadir ışınları, göz önünde altın tozlarının ışıkları gibi titriyor...
Bugün cuma, Subra yolu, arabalar, landolar, faytonlar, cins atlar, tırıs giden merkeplerle dolu. Gezip eğlenenler arasına nadiren bir deve katarı karışıyor. Şosenin civarı, hemen baştan başa şeker kamışlıkları. Daha ötede Kahire'nin köy ve kasabalarından bazıları. Nihayet sarı, solgun bir hat suretinde görünen çöl ufku... Arada sırada fakat nadiren kibar köşklerine tesadüf olunuyor. Bunlar arasında müzeyyen bir kasr-ı Hidivi bile var.
Arabalar, birer ok gibi süratle gidiyor. Etrafı camlı, geniş landolarda Müslüman kadınlar; biriklerde, faytonlarda hafif tuvaletli madamlar; atlarda alelekser zabitler, merkeplerde alelekser İngiliz seyyahları... Arada birkaç da bisikletli delikanlı. Bütün bu halk, özel bir hız ile akıyor. Yumuşak bir toz tabakası, her şeyi kuşatıyor. Bu ruhu okşayan yolun yumuşak sıcaklığını aheste aheste teneffüs ederek gitmek, bütün güzelliklerden lezzet heyecanı toplamak varken ani bir güneş tutulmasına atılır gibi yekdiğerini ezerek koşmaktaki manayı anlayamadım.
Yol civarındaki köşk bahçeleri; Hint ve Çin'in nadir ağaçları; Brahmanların sivri yapraklı mukaddes ağaçları; sarı çiçekli akasyalar; birer altın yağmuru altında eğilmiş portakal, limon, mandalin dalları; açmış gülbünler, lal yapraklı göz yanıltan bitkiler -ki galiba "povanzetya" derler- ile örtülü...
Bu doğal gölgelik içinde, bütün o nadir bitkiler panoramasını temaşa, onların hafif kokularını teneffüs ederek -sanki kokulu bir bahar rüyası içinde-Subra'ya geldim. Müteveffa Hidiv Mehmet Ali Paşa'nın yadigârı olan bu bahçede defaten dikkat çeken şey, hazin bir terk edilmişlik hâlidir. Ortadaki büyük, mermer taş havuz timsahların açık ağızlarından taşan sularla daima dolu havuz, bunun etrafındaki şeyler, her taraf aheste aheste harap olup gidiyor. Müthiş bir servet ve külfet sayesinde yapılan o güzel şeyleri, yavaş yavaş zamanın tozları örtüyor... Her yerin üstüne gönül tırmalayan bir siyahlık çökmüş... Yalnız çiçekler, ağaçlar -o Avrupa'da limonluklar içinde birer vikont gibi ısı ve ışık bolluğunda yetiştirilen sıcak iklimlere özgü çiçekler ve ağaçlar- daima güzel, yalnız; su daima taze!
Bu yıkıntı manzaraları içinde dolaşan bulvarları; kadınlar, erkekler, dolduruyor. Ardı arkası kesilmeden gelenler, gidenler var. Ben de bu son kafileye karıştım çünkü artık akşam olmuştu.
Dönüşte yolu daha kalabalık buldum. Gelenler, avdet edenlerden ziyade idi. Mesirelere geç vakitlerde gelmek de buraca bir âdet olmalı.
Güneş ufukta, büyük sarı ve kırmızı haleler içinde, guruba yaklaşmıştı. Bütün çöl tatlı bir sarılık içinde kalmıştı. Ufkun ışıkları, cimmiz ağaçlarının güzel yaprakları arasında altın varaklar gibi görünüyordu. Ufuktaki parlayan yangına karşı, ehramların ihtişamlı cüssesi, soğuk bir mavilikte kaybolmuş gibi kalıyordu. Hararet yavaş yavaş düşüyor. Hava âdeta serinledi. Sanki birkaç saatte bir mevsim değiştirdik.