Cenap Şahabettin
Hac Yolunda (Sadeleştirilmiştir).
Kahire'den
Piramidin zirvesi, sanıldığı ve tahmin edildiği gibi sivri değildir. Zirveyi oluşturan taşlar yavaş yavaş düşmüş, bugün orada otuz kişiyi alabilecek düz bir yüzey meydana gelmiştir.
Bir taze saflık ile mavi bir sema altında çöl, ruha denizden çok bir hülya, genişlik bırakarak ufkun firuze renkli çizgisine kadar devam ediyor. Kumların sabit dalgalarından oluşan bir kuruluk ummanı, bir çağlayan deniz olmak için ancak bir rüzgâr darbesine muhtaçtır. Bir şiddetli üfleme esnasında bütün bu çukurlar, bu tepeler, bu toz yığınları altüst olur, yerinde kalmaz; rüzgâr velvelesi içinde yeni çukurlar, yeni tepeler vücuda gelir. Bu kuruluk denizinin manzarası durmaksızın değişir. Dünkü manzaradan yarın hiçbir eser kalmaz. Bu nihayetsiz yeri karanlık ve ışık eş değerde bölüşürler: Geniş, yollu bir kumaş gibi çöl üstünde bir aydınlık çizgi daima bir karanlık çizgi ile paralel durur... Doğu, batı, güney bu üç istikamette göz ne kadar ileriye atılırsa atılsın kumdan başka bir şey göremez. Yalnız ta ileride delta, üçgen bir zümrüt gibi durur. Yalnız mübarek Nil, bir gümüş yılan gibi güneşin ışıkları altında parlayarak kum yığınları arasında kıvranır, yalnız Nil'in iki tarafında ensiz iki şerit gibi ekilmiş arazilerin kıvrılmaları görünür: İşte bu kadar, işte hayatın akışını gösteren bütün belirtiler bundan ibaret... Bütün etraf bir tatlı sükûn içinde yalnız ara sıra geçen bir kuş kümesinin cıvıltısı, susmuş ufukları uyandırıyor. Burada bu tenhalık, bu sessizlik içinde kalbi sonsuz bir teselli havası ve ruhu da tatlı bir sarhoşluk içinde düşünmek, bir hayal âleminde bitap yaşamak istiyor. Etrafın boşluğu, tenhalığı hayata dair bütün hadiselerin heyecanlı sonunu hatırlatıyor. Bir yokluk fikri bütün düşünme sebeplerini eziyor; kendi kendinize: "İşte çöl, işte hayatımızın yüceliği... " diyorsunuz. Burada hayatın sesini duyurabilecek hiçbir şey yok. Bütün bütün yaşayan âlemden çıkmadığınızı anlamak için gözlerinizi yorgun, hayal dolu gözlerinizi Nil kenarında karıncalaşan insan şekillerine dikmelisiniz. Tenhalığın verdiği korku içinde titreyen ruhunuzu o küçük, siyah gölgeler bir teselli vaadi ile doldurur; artık gözünüzü, o merceği hareketli lekelerden ayıramazsınız; hudutsuz mesafeler içinde serseri gibi dolaşmaktan yorulan fikriniz ve bakışınız artık onlardan başka bir şeyi takip edemez. İşte orada, Nil'in kenarını oluşturan yeşil şerit üzerinde sekiz on deveden meydana gelen bir kafile, bu sonsuz sessizlik içinde susmuş yürüyor; uzaklaştıkça küçülmek üzere daima yürüyen bu kafileyi bütün bütün kayboluncaya kadar takip ediyorsunuz; bütün bütün kaybolduktan sonra bile bir müddet onları düşünmekten kurtulamıyorsunuz; çölün değişmeyen tenhalığı içinde sabah akşam giden, geceleri göğün çatısı altında geçiren, bütün bu sonsuzluk içinde bir deveden başka dostu ve yol arkadaşı olmayan bu adamları merhametle karışık bir duygu yoğunluğuyla düşünür, düşünürsünüz... Karşınızdaki sarı kumlar gittikçe yükselen güneşin tesiriyle âdeta beyazlanır; akseden bir ayna gibi gözünüzü yorar. O zaman gözlerinizin kapakları düşmeye başlar. Zihniniz düşünce hülyasından bir tatlı rüyaya geçmek ister... Bir tatlı uyku içinde yorgun vücudunuzu dinlendirmek, bitap düşmüş fikrinizi aydınlık bir rüyada istirahat ettirmek, hakikat ışığı altında hayalî bir nur ile aydınlatmak için biraz uzanmaya özenirsiniz...
Heyhat! İşte bedeviler -seyrettiğiniz sırada etrafın aydınlık sessizliğini dinleyerek uyuyan bedeviler- sizi hakikate davet ediyorlar; artık bu hayal ve vecd makamını terk etmeli; artık inmeli yine aşağıdaki beşerî hakikatlere karışmalı...
İniş, ilk bakışta çıkıştan daha korkunç geliyor: Birbiri üzerinden kayacakmış gibi görünen granit kayalarla emniyetli bir basamak oluşturamayacak, kayalarla birlikte insan kendisini tehlikeli bir baş dönmesiyle yuvarlanacak, paramparça olacak zannediyor. Fakat gerçekte iniş, çıkıştan daha az tehlikelidir. Bedevilerden biri sarığını çözüyor; onunla sizi sımsıkı belinizden bağlıyorlar; sonra bir bohça gibi basamaktan basamağa sarkıtmaya başlıyorlar. İnmek için atılan her adımda üst basamaktan bir kişi sizi salıveriyor; iki kişi kollarınızdan tutarak size yardım ederek birlikte iniyorlar, bir kişi de yol gösteriyor. Bir köşeden çıkıldığı gibi bir diğer köşeden de iniliyor. Piramit üzerinde izdihamı önlemek için çıkılan taraftan inilmediği gibi inilen taraftan da çıkılmıyor.
Bir yabancının piramitlerin zirvesinden indiğini gören bedeviler, merkepçiler, deveciler hemen aşağıda toplanıyorlar; artık gözleri yukarıdan, basamaktan basamağa sarkıtılarak inen yabancıya odaklanıyor; avcı, bir kuşa, bir şahin bir serçeye nasıl bakarsa onlar da piramitten inen ava öyle bakıyorlar. Ayağınızı toprağa daha doğrusu kuma bastığınız anda etrafınızı kuşatıyorlar, biri merkebini biri, devesini övüyor, biri piramidin içine ait tarihî olayları herkesten iyi bildiğini söylüyor; bir diğeri en garibi bu, elini göğsüne vurarak: "Fotoğraf, fotoğraf... " diyor. Deveci ile fotoğrafın, bedevilikle medeniyetin bu ortak hücumlarına yorgun seyyah sabırsız bir haykırışla karşılık vermekten başka çare bulamıyor; ötekiler hâlâ tekliflerinde, ricalarında, ısrarlarında, övgülerinde devam ediyorlar... Hem bu atmacaların yapışkan pençesinden kurtulmak hem de artık bütün piramidi görmüş olmak için rehberinize: "Medhal ehram, medhal?.. (Piramidin girişine, girişine...)" diye soruyorsunuz. Rehber, bir kısa: "Ayva.." ile kolunuzdan çekerek kum içinde yorgun, ölgün vücudunuzu sürüklüyor. Aman yarabbi! Ötekiler yine grup hâlinde eteğinizi takip ediyorlar: deveciler, merkepçiler, fotoğrafçılar, bedeviler; develer, merkepler... Aşağı yukarı elli altmış kadar canlı varlık piramidin girişine kadar birlikte geliyorlar. Kaçarcasına sabırsız bir hareket ile piramidin içine atılıyorsunuz.
Malumdur ki piramitler firavunların kendi mumyalarını saklamak için yaptırdıkları binalardır. Bugün nasıl inşa edildiklerine hiç bir mimarın akıl erdiremediği o büyük binalar firavunların naaşlarını insan elinden sonsuza kadar korumakla görevli iken bir gün çözülmemiş hiyeroglif yazısını okuyacak bir Şanpolyon çıktığı gibi bir gün de bir Mösyö Maspero, bir Mösyö Mariyyet çıkarak sonsuz bir ağırlık ve büyüklük altında saklanan mumyaları bilimin yol gösteren meşalesi ile bulmuş, kırk asırdan beri gizli yerinde yatan şeyleri asrımızın aydınlığına çıkarmıştır.
Piramidin içine küçük bir kapıyı takip eden dar bir inişle giriliyor. Bu yol o kadar dar, o kadar basık ki yürümek için gâh iki kat olmaya gâh çömelmeye gâh diz çökmeye mecbur oluyorsunuz. Sonra yol birdenbire büyük bir granit parçasıyla tıkanır gibi oluyor. Yolun bu noktasını yılan gibi sürünerek geçiyorsunuz. Daha sonra genişçe bir yokuştan çıkarak merkezî odaya varıyorsunuz. Rehberiniz bir alüminyum teli yakarak bu eski odayı şiddetli, göz kamaştırıcı bir ışık ile dolduruyor; o zaman ortada granitle alçıdan yapılmış boş bir tabut görüyorsunuz; anlıyorsunuz ki Firavun Keops'un müzesindeki mumyası buradan çıkarılmıştır.
Bu kabir odasında hava az, sıcaklık çok yüksek; her taraf boğucu bir tozla kaplı. Burada nefes kesiliyor, yüzler terle örtülüyor. Bu bedenî sıkıntılara bir aralık bir de manevi sıkıntılar ekleniyor: İnsan piramidin zeminini gezerken bir ezilme korkusundan kurtulamıyor; Öyle geliyor ki bu kayalar sarsılacak, toplanıverecek, müthiş bir gürültü içinde her şeyi eziverecek. Özellikle dik ve karanlık geçitlerden geçerken bu korku en yüksek derecesine ulaşıyor. Bütün bütün dışarıya çıkıp da saf bir hava ile akciğerlerinizi yıkayıncaya kadar bu korku heyecanından kurtulamazsınız.
Dışarıda yine rahatsız eden bir müzik ve dilenci grubu sizi karşılıyor. Onları orada develeri, merkepleri ile yine hücuma hazır görünce ters yüzüne dönmek, yine piramidin içine doğru kaçmak istiyorsunuz. Fakat fesinizin, ceketinizin, pantolonunuzun hâli sizi daha çok endişelendiriyor; ötekilerin bir ağızdan bağırışlarından çok üstünüzü başınızı süpürmek, temizlemekle meşgul oluyorsunuz...
Bütün bu hareketlerden o kadar yoruluyorsunuz ki artık her tarafta küçük bir dinlenme vaadinden başka bir şey aramıyorsunuz. Otelde -Piramit Menahaver- bu dinlenmeyi size fazlasıyla vadediyor; artık tereddütsüz oraya koşuyorsunuz.
Menahaver'in Kahire'ye bakan bahçesinde pahalıca fakat pek güzel bir öğle yemeği yediğimi; artık graniti, piramidi, tarihi her şeyi unutarak Nil'e kadar devam eden Remerdine Çölü'ne karşı akşama kadar dinlendiğimi hiç unutmayacağım.
Sabahleyin piramitleri seyredenler alışkın oldukları üzere gurup sırasında ebu'l-hevli (sfenks) ziyaret ediyorlar: Güya piramit ile ebu'l-hevl arasındaki yakınlık ve münasebet bunu gerektiriyor.
Bu iki eski eseri birbirinden ayıran mesafe pek uzun değilse de vücudun yorgunluğu yayan yürümeye engel oluyor; ister istemez bir merkepçinin naz ve cefasına tahammül lazım geliyor.
Ebu'l-hevl kumda gömülmüş insan başlı bir aslan heykelidir. Firavunlardan yadigâr kalan binaların en eskisi budur. Kum kasırgalarının tekrar eden darbelerinden bütün yüzünün şekli harap olmuş fakat yüzündeki garip anlam tahribata rağmen aynen kalmıştır.
Batı güneşinin sarı, solgun ışıkları bu taş suret üzerinde bir sınırlı anlam ile elli asrı gösterir gibi oluyor. Sonsuz bir dilsizliğe mahkûm bu ruhsuz ağız sanki bir anda bütün tarihî olayları hatırlıyor ve hikâye diyor.
İlkel vahşi kabileler buralara hücum etmek istediği akşamlarda şu acayip heykelin korkutan bakışından etkilenerek hiçbir şeye cesaret edemezler, geri dönerlermiş. Bugün Mısır firavunları hiç kimseyi korkutamaz fakat şüphesiz herkesi hayrette bırakır.