Jean-Paul Sartre
Kaynak: Çağdaş Felsefe-II, Prof.Dr. Zeynep Direk, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 2247, Açıköğretim Fakültesi Yayını No: 1419.
Sartre’a göre tarihin zorunlu bir yönü yoktur; tarihte Hegel’in iddia ettiği gibi diyalektik zorunlulukla bir özgürlük idesi gerçekleşmez. Marksizm Hegel’den ereksel bir tarih anlayışı devralmış, fakat bu anlayışı idealist olmaktan çıkartarak tarihsel materyalizm çerçevesine yerleştirmiştir. Marx’a göre tarihsel gelişim üretim araçları ve üretim ilişkilerine dayanan bir diyalektiğin sonucunda meydana gelir. Tarih işçi sınıfının ortak praksisi yoluyla emeğin sömürüsüne dayanan kapitalizmi yıkarak evrensel özgürlüğü gerçekleştirdiği bir kurtuluşla sona erer. Sartre bu ereksel mantığı kabul etmez fakat bu red, marksizmin temel sorusunu değersiz bulduğunu göstermez. Siyaset felsefesini temellendirdiği Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde Sartre bu soruyu yeniden sorar. Söz konusu soru, ortak özgürleşmenin nasıl mümkün olabileceği biçiminde sorulmuştur.
Tarih olumsaldır, birden çok olabilir, toplumların tarihleri farklılıklar gösterebilir. Ancak tarih anlaşılmaz değildir, çeşitli tarihler aynı a priori ögelere başvurularak anlaşılabililer. Tarihin anlaşılırlığı tektir. Sartre onu şu düstura başvurarak düşünür: “İnsanlar tarihi praksisleriyle yaparlar, ama bu praksis her zaman verili koşullar içinde eyler.” Praksisin tarihselliği vurgusu, yani eylemin her zaman önceden verili tarihsel, toplumsal, ekonomik vb., koşullar içinde eylediği kabulü özgürlüğü isteme dayalı bir keyfiyetten ibaretmiş gibi görünmekten kurtarır. Ancak Sartre “Tarihi insanlar praksisleriyle yaparlar.” diyerek tarihsel veya olgusal koşulların eylemin özgürlüğünü ortadan kaldıran bir belirlenim oluşturduklarını redderer. Böylece Marksizm’i varoluşçu bir antropoloji içinde temellendirmeye girişir. Sartre’ın düşüncesinde Marksizm’in bazı önermeleri gerçekliği açıklayan önermeler gibi ele alınmazlar; politik fenomenolojinin yönlendirici, düzenleyici fikirlerine dönüşürler. Böylece Sartre, bir politikayı veya felsefeyi dolaysız bir biçimde ekonomik olgusallığa indirgeyen dogmatik Marksizm’i ve onun tikelin özgüllüğünü yok sayan indirgemeci evrenselciliğini eleştirir. Marksizm olguları önceden verilen şemalara sığdırmaya çalışmaktadır, hâlbuki olguların nasıl verildiğini, ne anlam ifade ettiklerini daha incelikli bir biçimde ele alabilmek için fenomenolojik çözümlemeye gereksinim vardır. Sartre’ın Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde önerdiği politik fenomenoloji tekil bir olgunun karmaşıklığını hem yatay hem de dikey olarak çözümler: Yatay çözümleme, bir olgunun karşımıza çıktığı koşulların çözümlenmesidir. Sartre buna “geri-çözümleme” (analyse regréssive) der. Buna karşın, olguda verili koşulları aşmaya yönelik bir tasarı da bulunur. Bu tasarıyı çözümlediğimizde dikey bir çözümleme, bir ileri-çözümleme (analyse progréssive) yapmaktayızdır. Marksizm erekselliğe dayalı bir açıklama biçimiyle mekanik bir açıklama biçimi arasında gidip gelirken insan eylemini fiziksel bir güce indirgeme riski içine girer. Eylem koşullarla ilişkilendirilmelidir tabii ama tasarı boyutu da ihmal edilmemelidir.
Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde Sartre özgürlük ile olgusallığın ilişkisini tarihsel bir dünyanın anlaşılırlığı sorunsalı içine yerleştirmektedir. Peki, pratik alanın başlıca yapıları nelerdir? Praksisin öznesinden ayrı olarak ele alındığında pratik alan ayrışmamış bir çoğulluğun alanıdır. Eyleyen özne bu alana içsel bağlarla bağlıdır. Başka bir deyişle, bu öznenin tüm içselliği bu alanla bağından kaynaklanır. Burada Sartre’ın özneyi praksiste temellendirmekte olduğunun altını çizebiliriz. Öznenin bir iç dünyası olsa bile, bu iç dünyadaki yaşantılar kişinin dünyayla arasındaki dışsal pratik bağlarından kaynaklanırlar. İç dünya dışsallığı içselleştirir. Bunun için, praksis de içselliğin dışsallaşması olarak anlaşılabilir. Praksisin temel edimi pratik alanı bütünleştirmektir. Bu bütünleştirme, pratik alanı farklılaşmış bir çoğulluk olmaktan çıkarır, belirli bir hedefe yönelik olarak anlam ifade eder hâle getirir. Bunu mümkün kılan şey, praksisin bir tasarı olması, pratik alana ondaki bir takım imkânları, bir tasarı uyarınca seçerek ve değerlendirerek bakmasıdır. Pratik alanı çözümleyelim şimdi de: Sartre’a göre insanla ilişkisi içinde ele alındığında maddi doğada bir olumsuzluk vardır. Doğadaki madde insanın praksisine direnç gösterir.
İnsanlar doğanın direncini birlikte aşabilmek için ve ihtiyaçları yüzünden bir arada yaşamaya başlamışlardır. İnsanın praksisi doğanın olumsuzluğunu olumsuzlar. İnsan ne doğada ne de toplumda ihtiyaçlarını kolayca, mücadele etmeksizin karşılayamaz. Pratik alanda kıtlık vardır, kaynaklar herkes için yeterli değildir. Sartre bunu “Her toplum kendi ölülerini seçer.” diyerek ifade eder: Kimin yetersiz besleneceğine, bakımsızlıktan öleceğine üst sınıflar karar verirler. Kıtlık her zaman eksiklikten kaynaklanmaz, teknolojik gelişme de kıtlığa yol açabilir. Örneğin teknolojik gelişme iş kıtlığı ortaya çıkarabilir. Bir toplumda fazlalık olarak görülmek, o toplum için risk haline gelmektir. Kıtlık insanları karşılıklı olarak birbirini olumsuzlama ilişkisi içine sokar. Eğer pratik alandaki kıtlık bireysel praksislerin birbirini olumsuzlamasına yol açıyor ve böylece insan insanın kurdu oluyorsa toplumsal bir özgürlüğe nasıl yol açılabilir?
Özgür bir toplum nasıl kurulur ve varlığını sürdürebilir? Sartre bu soruya yanıt verirken iki temel toplumsallık çeşidinden söz eder: “Dizi” ve “kaynaşmış grup”. Toplumsallığı kuran topluluk dizidir, toplumsal özgürleşme ise kaynaşmış grup praksisi sayesinde meydana gelir. Dizisel topluluklarda bireyler edilgindirler; kaynaşmış gruplarda ise etkin ve kurucudurlar. Dizisel bir toplulukta bireyler arasında doğrudan bir ilişki yoktur, bireyler diziyi doğrudan kurmamışlardır. Aynı otobüse binmek için durakta bekleyen insanlar, aynı gazeteyi okuyan veya aynı radyo programını dinleyen kişiler Sartre’a göre bir dizisel bir topluluk oluştururlar. Bu topluluk içindeki bireyler kendilerini bir çoğulluğun veya topluluğun bir parçası olarak tanımlamazlar; bir gazeteyi okumak, şehir merkezine giden otobüsü beklemek gibi kendi tekil deneyimleri dolayısıyla kendilerini o topluluğun içinde bulurlar. Yaşamımız boyunca farklı dizisel topluluklara dâhil olur ve onlardan koparız. Başka deyişle, kişisel varoluşumuzun zemininde bu tür bir toplumsallık boyutu hep vardır. Kaynaşmış grup ise bireylerin kendi etkinliğiyle, bilinçli yönelimiyle kurulmuştur. Kaynaşmış grubun en belirgin özelliği, onu oluşturan bireylerin ortak bir amacı gerçekleştirmek için ortak bir eylem içinde bir araya gelmiş olmalarıdır. Dahası, bu bireyler kendilerini bir çoğulluğun parçası olarak, ortak bir eylemin öznesi olarak tanımlarlar. Dizisel çokluktaki bireyler, örneğin otobüse binen bireyler, kendi farklı amaçları, tasarıları dolayıysıyla o otobüse binerler; onları birbirinden bilet numaralarıyla ayırt edebiliriz. Fakat kaynaşmış gruptaki bireyler ortak bir amaç için biraraya gelmişlerdir. Her biri o amaca kendi katkısını yapmak suretiyle ve diğer bireylerle ilişkisi içinde kimliğini kazanır, kimse o olur. Sartre’ın kaynaşmış grubu anlatırken en sık kullandığı örnek işgalci kuvvetlerin istilâsına uğramış bir mahallede yaşayan insanların ortak direnişidir. İşgal altındaki bir mahallede dizisel bir topluluğu oluşturan bireyler bir direnişi birlikte örgütlemek suretiyle kaynaşmış bir gruba dönüşebilirler. Başlangıçta, “aynı mahallede oturanlar” dizisel bir topluluktur; zira herkes o mahallede kendi tekil sebebleri dolayısıyla oturmaktadır. Örneğin ben o mahallede evim işime yakın olsun diye oturmayı tercih ediyor olabilirim, komşum ise kendi evinde başka bir sebeble oturuyor olabilir. Aynı mahallede yaşayan herkes birbiriyle tanışıyor veya görüşüyor olmayabilir; paylaştığımız bir gaye de olmayabilir. “Aynı mahallede oturanlar” dizisindeki çoğulluğa tanımını veren şey o bireylerin dışındadır. Fakat “aynı mahallede oturanlar” aynı tehditle karşı karşıya kaldıklarında o tehdide karşı mücadele etmek için harekete geçerler. Örneğin mahalle sakinleri işgal kuvvetlerine karşı birlikte direnebilirler. İşte böyle bir ortak eylemde birleştiklerinde edilgin bir topluluktan etkin bir topluluğa geçiş yaparlar kaynaşmış bir grup olurlar. Her birey bu ortak eyleme kendi katkısını yapar ve bu eylemlilikte kendini tanımlayarak başkalarıyla doğrudan ilişki kurmak suretiyle kazandığı kendi kimliğiyle bulunur.
Ortak özgürleşme nasıl mümkündür? Bunun kaynaşmış gruplar aracılığıyla olacağını söyleyebiliriz. Bu gruplar ortak bir amaca yönelirler ve o amacın gerçekleşmesiyle ortadan kalkarlar. Fakat bazı amaçların etrafında siyasi olarak bir araya gelmiş, örgütlenmiş bireyler de hedeflerine ulaşamayarak dağılabilirler. Tüm gruplar gibi, kaynaşmış gruplar da pratiko-inert ögeler içeren bir pratik alanda bulunurlar. Kurumlarda katılaşmış, kanıksanmış tarihsel pratikler toplumal özgürleşmenin önünde engel oluştururlar. Bazen kaynaşmış grubun praksisi pratiko-inerti eritmiş gibi görünür; olumsal gerçekliğin eylemin önünde engel oluşturan atıl yanı, grup pratiğinin dinamizmi karşısında ayakta duramaz. Buna karşın, bazen de pratiko-inert kaynaşmış grubu tamamen yutar. Örneğin bir kurumu dönüştürmek için çaba sarfeden dinamik bir grup o kurumda tarihsel olarak yerleşmiş atıl pratiklerin meydana getirdiği hantallığı aşamayıp etkinliğini sönümlendirir. Bir gerilla grubunun praksisi eğer kadınlara da açıksa kadının toplumsal konumunu belirleyen ve ailede, toplumda içselleşmiş pratiko-inert yapıları eritebilir. Fakat bazen de pratik alandaki atıl bir kurum kaynaşmış bir grubu yutar. Örneğin bir devlet kurumunda bir takım usüller, adetler, bürokratik teamüller pratik alanı dönüştürecek adımların atılmasının önünde ısrarla direnebilir. Atalet şu veya bu biçimde her grubu tehdit eder. Bireylerin kendi tekil projeleri içinde kaybolmak suretiyle meydana getirdikleri bir atalet olduğu gibi, atalet bundan ibaret değildir. “Pratiko-inert”, yani tarihsel ve toplumsal kurumlardaki atalet pratik alanın yapısal bir parçasıdır. Bu tür bir atalet herkesi bir başkası hâline getiren ve bu başkalıkta herkesin kimliğini yitirdiği dizisel toplulukları kurar. Diyalektik Aklın Eleştirisi’nin siyaset felsefesine en özgün katkılarından birisi, toplumsal hayattaki insani birliktelikleri, en önemlisi de sınıfsal varlığı “praksis” ve “atalet” kavramları arasındaki kopmaz ilişki bağlamında açıklamasıdır. Sartre’ı bir adım daha ileri götürerek diyebiliriz ki ırksal, cinsel, dinsel vb., ezme/ezilme biçimleri de pratik alanın ataleti sayesinde kurumsallaşır, yapısal hâle gelir; varlıkta sürerek insan yaşamı üzerinde hakimiyet kurarlar. Sonuç olarak toplumsal özgürleşme, toplumsal ve tarihsel olarak kurulmuş ataletle mücadele edebildiğimiz ölçüde mümkündür. Şimdi soralım: Sartre’nin Marksist tarih yorumuna katkısı nedir? Sartre’ye göre tarih insanın doğayla, kendisini kuram toplumsal ortamla, diğer insanlarla verdiği mücadele değildir yalnızca kendisini öteki hâline getiren, kurumlarda katılaşıp atalete dönüşmüş kendi eylemiyle de mücadelesidir.