Aristo’nun düşünceleri ile Platon’un -yukarıda özetlenen düşünceleri, pek çok noktada birbirine benzemekle birlikte bazı noktalarda ayrılır. Çünkü Platon idealist, Aristo ise rasyonalist bir filozoftur.
Aristo’ya göre de varlığın iki düzeni vardır; fizikî âlem ve duyular üstü fizik ötesi âlem. Tanrı, fizik ötesi âlemde ölümsüz, mutlak anlamda iyi, doğru, güzel ve çokluktan oluşmuş bir tekliktir. Burada Aristo’nun Tanrı kavramına yüklediği anlam ile Platon’un yüklediği anlamın birbirinden farklı olduğunu belirtmek gerekir.
Aristo’ya göre, “Tanrı, sadece çokluktan oluşmuş bir teklik değil, aynı zamanda birbirine zıt olan unsurların birleştiği bir âhenk manzumesidir. Tanrı, hem madde (substance), hem ruhtur (spirit); hem düşünce, hem de eylemdir, olgudur. Tanrı, hem hızı sonsuzda olan eylemin merkezidir, hem de durgun bir cazibe merkezidir ve aşktır. Tanrı, hem sebeptir, hem de sonuçtur. Aristo, Tanrı’nın çokluğunu oluşturan fikirler (ideas) veya formlarla evrenselleri (universals) de birbirinden ayırt etmektedir. Evrenseller, eşyanın paylaştığı nitelikler olduğu hâlde, formlar zaman ve mekânda, tabiatta, yani madde âleminde varlıklara biçimlerini veren özler veya potansiyellerdir. O hâlde Aristo felsefesinde tabiat, ilâhî potansiyellerle dolu olan maddedir, gerçektir ve amacı ilk sebebe, Tanrı’ya varmak olan bir evrim ve kendini gerçekleştirme süreci içindedir. (Kantarcıoğlu, 1993, s.20)
Kısacası Platon’un fizik ötesi âlemde var olduğunu kabul ettiği varlıkların gerçeği olan idealar, Aristo’ya göre duyu dünyasında, fizikî âlemdedir. Madde ve idea (form) birbirinden ayrı değil bir aradadır ve bunların birleşmesinden nesneler, varlıklar oluşmuştur. Eşya veya nesneden ayrı bir idea varlığını kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla içinde yaşadığımız dünyada gördüğümüz, dokunduğumuz her varlık gerçektir.
Aristo’nun insan kavramının izahına gelince:
“İnsan, madde ve ruhtur. Ruh, maddeye biçimini, tekliğini ve hayat denen oluş ve eylem süreci içinde amacını veren formdur. İnsan ruhu, akılcı (rational) ve akılcı olmayan (irrational) iki unsurdan oluşmaktadır. Bunlardan akılcı olan unsur, insanın dimağı, düşünme ve muhakeme melekesidir. İnsan, bu akılcı melekesi sayesinde Tanrı’nın kusursuzluğunu ve niteliklerini tefekkürle kavrar ve yaşadığı evrim ve kendini gerçekleştirme süreci içinde Tanrı’ya varmağa çalışır. İnsanın duygu ve ihtirasları, ölümlü olan bu melekelerden kaynaklanırlar. O hâlde insanın kendisini Tanrı gibi kusursuzlaştırabilmesi için duygu ve ihtiraslarını, aklın emrine vermesi gerekmektedir. Bununla beraber insan, aklı ve ihtirasları ile bir bütündür. İnsan aklı, sadece tefekkürü gerçekleştiren bir meleke olarak eylemsizdir. İnsanın eylem içinde olması, yani yaşaması, aklın insan duygu ve ihtiraslarını harekete geçirmesi, onlara hedef göstermesi ile mümkündür. Aristo’ya göre, hayat eylemdir ve sadece tefekkürle faziletli olmak mümkün değildir. Bunun için, aklın, duygu ve ihtiraslarını emrine alıp insanı ahlâklı bir eyleme sevk etmesi gerekmektedir. İnsanın kendi özündeki ilâhî unsuru hayvanî unsura hâkim kılması en yüce fazilettir.” (Kantarcıoğlu 1993, s.21)
Anlıyoruz ki, Platon’da olduğu gibi, Aristo’da da akıl son derece önemli bir melekedir. Felsefe ve metafiziğe ancak akıl ve mantık yoluyla gidilebilir. Aristo, insan konusunda ruh-beden, akıl-duygu ikiliğini kabul etmekle birlikte, Platon’un aşağıladığı ikincileri reddetmemekte, onları birbirinden ayırmamakta; daha da önemlisi onları birbirinin tamamlayıcısı olarak kabul etmektedir. Platon ile Aristo arasındaki söz konusu farklılık, doğal olarak sanat felsefelerine de yansımaktadır.
Pozitif bir yaklaşım ve tümevarım metoduyla Yunan edebiyatını değerlendiren Aristo, bu değerlendirmeleri ile güzellik, düzenlilik, kesinlik ve simetri unsurları üzerine kurduğu estetik anlayışını, Poetika ve Retorik isimli eserinde ortaya koyar. Aristo’ya göre de sanat taklittir (mimesis). Çünkü insanı sanata yönelten şey, onun tabiatının derinliklerinde var olan taklit etme ve âhenk yaratma içgüdüsüdür. Bu sebeple sanat/sanatkâr doğayı taklit eder.
Buraya kadar Platon’la aynı düşüncede olan Aristo, taklidin mahiyeti, sanatın bilgi verme veya bizi gerçeğe ulaştırma niteliği, sanat/sanatkârın işlevi konularından hocasından büsbütün ayrılır.
Bir kere sanatkâr tabiatı taklit ederken bir “ayna” gibi her gördüğünü, her şeyi olduğu gibi veya aynen taklit etmez, etmemelidir. O, dış dünyayı olduğu gibi ve kaba bir şekilde eserinde taklit eden bir ayna değildir. Sanatkâr taklidi, bir seçme ameliyesi çerçevesinde gerçekleştirir ve gerçekleştirmelidir. Yani sanatkâr sokakta gördüğü her insanı değil, belli bir insanı; o insanın her hareketi veya hayatının her anını değil, belli hareketlerini ve hayatının belli kesitlerini anlatmalıdır. Sanatkârın söz konusu seçmedeki ölçüsü, hayatın veya insanın genelini, özünü yansıtabilmektir. Zira sanatın konusu, büyüme veya kendini gerçekleştirme içinde olan insanın ruh tecrübesidir. Sanatkâr, bu ruh tecrübesini anlatırken insanı ya olduğundan iyi ya da olduğundan kötü olarak gösterir ki, bu tavır trajedi ve komedi gibi iki farklı türün doğmasına zemin hazırlar. İkinci bir husus ise, “olan” değil “olabilir” olanın seçilmesidir. Çünkü olanı olduğu gibi anlatmak “sanat”ın değil, “tarih”in görevidir.
Kısacası sanatkâr dış dünyayı veya insan doğasını yansıtırken Platon’da olduğu gibi, basit bir ayna değildir. Sanat, bir yaratmadır ve bu yaratmada da sanatkârın rolü inkâr edilemez.
Sanatkâr, gördüklerinden birtakım seçmeler yapıp, olabilir olanı anlatırken sebep sonuç ilkesine de dikkat etmek zorundadır. Sebep-sonuç ilkesi, özellikle anlatma esasına bağlı türlerin (destan, masal, roman, hikâye vb.) olay örgüsünde son derece önemlidir. Aksi takdirde söz konusu olay örgüsünü aklın kabul etmesi mümkün olmayacaktır. Bütün bu düşüncelerini Aristo, Poetika’sında şöyle ifade eder:
“Şairin ödevi, gerçekten olan şeyi değil, tersine, olabilir olan şeyi, yani ihtimal veya zorunluluk yasalarına göre mümkün olan şeyi anlatmaktır. Tarih yazarı ve şair, biri düzyazıyı, öteki nazım yazdığı için birbirlerinden ayrılmazlar. Çünkü Herodotos’un eserinin mısralar hâline getirilmiş olduğu düşünülebilir; bununla birlikte, ister nazım ister düzyazı biçiminde olsun, Herodotos’un eseri bir tarih eseridir. Ayrılık daha çok şu noktada bulunur: Tarihçi daha çok gerçekten olan’ı, şairse olabilir olan’ı anlatır. Bunun için şiir, tarih eserine oranla daha felsefî olduğu gibi, daha üstün olarak da değerlendirilebilir. Çünkü şiir; daha çok genel olanı, tarihse tek olanı anlatır. Genel olan deyince de, ihtimal ya da zorunluluk yasalarına göre, belli özellikteki bir kişinin böyle veya şöyle eylemde bulunması anlıyoruz.” (Aristo, 1983, s.30-31)
Bütün bunlar, Aristo’nun sanata ve sanatkâra değer verdiğinin açık delilidir. Sanat ve sanatkâr, bize hayatın anlamı, insanın mahiyeti, olayların sebepleri hakkında bilgi verebilir ve bizi gerçeğe, gerçekliğe götürebilir. Onun ötesinde sanat ahlâkî bakımdan da önemli bir işleve sahiptir. Meselâ trajedi, acıma ve korku duygularını uyandırmak suretiyle, bizim birtakım kötü duygulardan arınmamıza (katharsis; arınma, temizlenme), psikolojik bakımdan daha dengeli bir insan olmamıza hizmet eder.
Platon ve Aristo’nun yukarıda ana hatlarıyla özetlemeye çalıştığımız Tanrı, varlık, insan ve sanat/edebiyat hakkındaki düşünceleri, Batı kültür, medeniyet, sanat/edebiyatının temelini oluşturur. Yüzyıllar boyunca tekrar tekrar dönülüp yorumlanan söz konusu görüşler, özellikle Rönesans ve sonrası dönemlerin kültür ve sanatlarının kaynağını teşkil eder.