Doğu’da Eflâtun adıyla da tanınan Platon’un felsefesi, hocası Sokrates’in düşüncelerini geliştiren, daha ileri götürüp sistemleştiren bir felsefedir. Platon, Sofistlerin aksine göreceliğe (relativism) inanmış, kesin ve mutlak bilgiye susamış bir filozoftur. Öyle bir bilgi ki, zamana, mekâna ve duyulara göre değişmeyen; insandan bağımsız bir gerçekliğin bilgisi. Bu arzu onu, düalist bir varlık felsefesine götürür. Bir başka ifadeyle, ona göre varlığın iki düzeni vardır; fizikî âlem ve fizik ötesi âlem. Asıl ve gerçek olan fizik ötesi âlemdir. Akılla kavranabilen fizik ötesi âlem, gerçekliği tartışılamaz fikirler veya özler (ideas, form) âlemidir. İdea, her türlü varlığın ölümsüz, hakikî karşılığıdır. Fizik ötesi âlemdeki idealar, mutlak anlamda iyi, doğru ve güzel olan Tanrı’nın tekliğini meydana getiren çokluktur. Varlığın temelini ve aslını teşkil eden unsur veya unsurları bulmayı amaçlayan Platon, ideaları epistemolojisinin temeli hâline getirir.
Fizikî âleme gelince: İçinde yaşadığımız ve duyularımızla kavradığımız fizikî âlem (kâinat/evren), Tanrı tarafından idealar âlemindeki ilâhî düzeni maddede gerçekleştirmek için yaratılmıştır. Evren ve ondaki her varlık, ilâhî formların (idea) maddede olguya dönüşmesinden meydana gelmiştir. Bu sebeple içinde yaşadığımız dünyadaki nesneler, ideaların birer taklidi, yansıması veya gölgesidir. Yani evren ve ondaki varlıklar (ağaçlar, hayvanlar, insanlar, dağlar, vs.), gerçek varlıklar değil, fizik ötesi dünyadaki ideaların birer yansıması, kopyası veya gölgesidirler. Bir de bunların -ayna veya suda olduğu gibi gölgesi veya yansımaları (eidola) vardır. Çevremizde gördüğümüz, dokunduğumuz varlıkların asılları, fizik ötesi âlemde bulunan idealardır. Bu sebeple fizikî âlemdeki varlıkların gerçekliğinden söz edilemez. Asıl gerçek, aklın asıl bilgi objesi, idealardır. Bilgiye susamış filozofa düşen de, taklit, yansıma, kopya veya gölgeler dünyası ile uğraşmak değil, gerçekliği tartışılamaz idealar dünyasına yönelmektir.
Platon, varlığın temeli ile ilgili bu düşüncelerini meşhur mağara istiaresi ile somutlaştırır. Buna göre; insanlar, karanlık bir mağarada yüzleri duvara dönük zincire vurulmuş esirler gibidirler. Mağaranın ağzından sızan ışık, mağara dışındaki varlıkların gölgelerini mağara duvarına düşürmekte ve o insanlar da bu gölgeleri gerçek zannetmektedirler. Eğer zincirlerinden kurtulup dışarı çıkabilseler, önce gördüklerinin gölge/yansıma olduğunu, daha sonra o gölgelerin sahiplerini, son olarak da onların kopya edildikleri asıl idealarını görecek veya kavrayacaklardır.
İnsana gelince. Platon’a göre insan, ölümsüz olan ruh ve ölümlü olan bedenden yaratılmıştır. İnsan ruhundaki ilâhî meleke ise akıldır. İnsanın gerçeği, ilâhî hakikati kavrama, bilme hususundaki tek melekesi aklıdır. Çünkü gerçek ve ilâhî hakikat, ancak akılla kavranabilir. Fakat böyle bir melekeye sahip olan insan, duyu ve duygularıyla gölgeler, görüntüler veya yansımalar dünyasında yaşamak zorundadır. Onun Tanrı’ya kavuşabilmesi, ruhunu bedenin esaretinden kurtarmasıyla mümkün olabilir. Bu da ölümle gerçekleşir. İnsan, ölümden önce aklını bedenin, duyguların ve madde dünyasının esiri olmaktan kurtarması gerekir. Aksi takdirde ölümden sonra da Tanrı’ya kavuşmak mümkün olmayacaktır.
Platon, İon, Şölen, Devlet, Phaidros, Sofist, Kratylos ve Kanunlar isimli eserlerinde ortaya koymaya çalıştığı Tanrı, varlık ve insan hakkındaki felsefesinin genel ilkeleri yanında, sanat/edebiyat felsefesi üzerinde de durur. Ancak bu düşüncelerinde zaman zaman birtakım çelişkilere düşer. Çünkü o, hayatı boyunca görüşlerinde birtakım değişiklikler yapmıştır.
Eflâtun, her tür sanatı bir taklit, bir yansıtma olarak kabul eder ve bunu ifade ederken de “mimesis” kavramını kullanır. Asırlar boyu yorumlanan bu kavramının dilimizdeki karşılığı, “taklit, yansıtma”dır. Platon’a göre sanat, ideaların bir yansıması olan varlıkların taklididir. Hem de üçüncü dereceden bir taklidi. Çünkü asıl ve gerçek varlık fizik ötesi âlemdeki idea, bu dünyadaki onun yansıması, sanatkârın eserindeki ise üçüncü dereceden bir yansımadır (eidola). Platon bu konuyu Devlet adlı eserinde şöyle bir diyalogla ortaya koyar:
-“İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları.
-Evet, görünürde varlıklar yaratmış olurum, ama hiçbir gerçekliği olmaz bunların.
-İyi ya, tam üstüne bastın işte düşüncemin; çünkü bu tür varlık yaratan ustalar arasına ressamı da koyabiliriz değil mi?
-Koyabiliriz tabiî.
-Yaptığı şeyin gerçekliği yoktur diyeceksin, ama ressamın yaptığı sedir de bir çeşit sedir değil midir?
-Evet görünürde bir sedir onunki de.
-Ya dülgerin yaptığı? Biraz önce demiştin ki dülger sedir ideasını, yani bizce aslını, özünü yapmaz, bir çeşidini yapar.
-Sedirin aslını yapmadığına göre, gerçeğini değil, gerçeğine benzeyen bir örneğini yapmış olur. (...)
-Tregedya şairinin de yaptığı bu değil mi? Benzetme değil mi onun da yaptığı? O da kuraldan, yani doğrudan, üç sıra aşağıdadır öyleyse, bütün benzetmeler gibi.” (Eflatun, (1980), s.282-284)
Demek ki bütün sanatlar üçüncü dereceden bir yansıma/yansıtmadır. Hem de olanın olduğu gibi yansıması değil, olanın göründüğü gibi yansıması. O hâlde sanat gerçeği yansıtmaz; bize gerçeği vermez, bizi gerçeğe ulaştırmaz; aksine bizi gerçekten ve ilâhî hakikatten uzaklaştırır. Burada Platon’un sanatkârın yeteneklerini, yaratıcılığını dikkate almadığını ve onu basit bir “ayna” seviyesine düşürdüğünü görüyoruz.
İkinci bir husus; sanatkârın sanatını icra ederkenki durumudur. “Platon’a göre, şair, eserlerini ilâhî bir çılgınlık anında, yani dimağı ilâhî bir mesajı Tanrı’dan alıp insana iletmek için, nötr bir ortam olduğu zaman, yaratabilmektedir. Bu durumda şairin bir eseri yaratmasında aklının ve teknik bilgisinin hiçbir rolü olmadığı gibi, onun ifade ettiklerinden sorumlu olması da beklenemez” (Kantarcıoğlu, 1993, s.17). Yani sanatkâr sanatını aklın kontrolünden uzak, büyük bir duygu yoğunluğunun tesiri altında ve derin bir vecd hâli içinde ortaya koymaktadır. Onun yöntemi akılcı değildir. Bu sebeple sanat, akıl dışıdır. Hâlbuki insanın gerçeği kavramadaki tek melekesi akıldır. Duygu ise değişken ve yanıltıcıdır.
Üçüncü bir husus ise, sanatkârın gerçeği bulma ve bize sunma konusundaki yeterliliği meselesidir. Şair, yazar, ressam, heykeltıraş, müzisyenin herhangi bir konuda yetkinlikle konuşabileceği bir bilgi birikimi ve eğitimi yoktur.
Bunun da ötesinde Platon, sanatkârın ortaya koyduğu eserde birey ve toplum için birtakım zararlı taraflar bulur ve bunları şu üç noktada toplar: Birincisi; sanat eserlerinde gençlere kötü örnek teşkil edecek; dolayısıyla onların ahlâkını bozacak bölümler vardır. Meselâ masallarda ve destanlarda zaman zaman Tanrı veya büyük kahramanların kendilerine yakışmayacak tavırlar içinde gösterilmesi; kötü kahramanların başarıya ulaştırılması. İkincisi; kötü insanların (korkaklar, sarhoşlar, köleler, deliler vb.) eserin merkez kahramanı seçilmesi ve eser boyunca onun hayatının sergilenmesi. Sanatın birey ve toplum ahlâkı bakımından bir başka sakıncası ise, çok büyük ölçüde duygulara hitap etmesidir. Sanat çoğu zaman ve çok büyük ölçüde karşısındaki okuyucu/dinleyici /seyircinin duygu dünyasına hitap eder. Sanatkâr bizim duygularımızı bilerek tahrik eder, onları coşturur ve ideal insandaki dengeyi bozar. Böylece mutlu olmamızı değil, mutsuz ve bedbaht olmamıza zemin hazırlar. Çünkü ideal ve bilge insan dengeli insan; aklını kullanarak duygularını dizginlemesini bilen insandır.
Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız düşüncelere sahip olan Platon, elbette ki sanatın eğitici bir işlevi olduğu/olabileceğine de inanmaz. Bu sebeple, sanata ve sanatçıya ideal devleti içinde yer vermez ve onu oradan kovar. Çünkü onun sanat felsefesi çok açık bir biçimde akılcı, faydacı ve ahlâkçıdır. Nitekim o, “İyi olan her şey güzeldir.”, “Yararlı olan güzel, zararlı olan çirkindir.”, “Bir davranış iyi ve doğru olarak yapılmışsa güzel olur, yoksa çirkin olur.” yargılarıyla, bu anlayışını açıkça ortaya koyar.
Platon’un sanat ve sanatkâr karşısındaki söz konusu olumsuz tavrının temelinde, sanatta aklın değil, duygunun ön plâna çıkarılmış olması yatmaktadır. Eğer sanatkâr duygularını aklın emrine verilebilirse, onun ortaya koyacağı sanat eseri daha gerçekçi ve daha eğitici olabilecektir. İkinci bir sebep ise, yaşadığı dönemde sanata verilen büyük değerdir. Meselâ Homeros ve eseri, o dönemde çok yüceltilir; eğitim ve devlet yönetiminde baş tacı edilir. Hâlbuki Platon’a göre baş tacı edilmesi gereken sanatkâr değil filozof; sanat değil felsefedir.