Ali Şir Nevai
Türkçe'nin gerek konularında, gerek konuşmada Farsça'dan böyle geniş, üstün, yüksek ve derin oluşunun söz götürmezliği herkesçe bilinmiyordu. Bu cihet örtülü ve gölgeli kalmıştı, belki de bırakılıp unutulmak üzere idi. Gençliğimin ilk yıllarında şiire, edebiyata merak sardırmaya başlamıştım. Zihnimde birtakım pırıltıların sıcaklığını duymakta idim. Bu yolda bazı şeyler yazmaya çalışırken yukarıda söylediğim göreneklerden yakamı kurtaramadığım için Farsça yazıyordum. Biraz daha iyi düşünmeye başladığım çağda Ulu Tanrı gönlüme orijinallik ve incelik sevgisi doldurdu. Yaratılışım bayağıdan ve bayağılıktan kaçınmayı, iyiyi ve güzeli sevmeyi buyuruyordu. O zaman ana dilim üzerine düşünmeye koyuldum. Türkçe'nin derinliklerine dalınca gözlerime on sekiz bin alemden daha yüksek bir alem göründü. Bu alemin süsler, bezekler içerisinde enginleşen göğü, dokuz gökten daha üstündü. Bu erdemler, yüceler hazinesinin incileri, yıldızlardan daha parlaktı. Bu alemin bahçelerine daldım; gülleri güneşler gibiydi. Her yanında gözler görmedik, el ayak değmedik neler neler vardı. Amma bu tılsımın yılanları pek korkunç, bu güllerin dikenleri pek yamandı, bunları görünce düşündüm ve dedim ki: "Demek bizim Türk şairleri bu korkulu, üzüntülü şeylerden çekindikleri için Türkçe'yi bırakıp boşlamışlar ve böyle geçip gitmişler:"
Ben bu alemden vazgeçmedim, korkmadım, yılmadım; güçlükleri yendim; çetinliklerle savaştım; emeklerimi esirgemedim. Türkçe'nin engin alanlarında ilhamının şahlanan atını koşturdum; sonsuz uzaklarında hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım; zevkim bu hazineden değer biçilmez, güç yetmez birçok inciler, pırlantalar aldı. Gönlüm bu bahçenin gizliliklerinde güzel kokularıyla cana can katan, göz görmedik çiçekler topladı. Bu varlıkların, bu bollukların, bu gönenlerin (refah) verimlerinden olan birçok güller açılmaya ve her yana saçılmaya başladı.