Ebubekir Kânî
Hanife Dilek Batislâm, “Tokatlı Ebubekir Kânî’nin Bir Mektubu”, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 15, S. 1 (2006), s. 69-76.
(…) Hazretleri hemvâre esb-i zerrîn-licâm-ı devlet ü ikbâlleri meydân-ı devr-i pâyân-ı kâmrânîde sebk-i akrân ile mümtâz u ser-efrâz ve tevsen-i çabük-‘inân-ı baht-ı ferhûnde-fâlleri sermenzil-i sa‘âdet-i câvidânîde âmâde-i cünbiş-i tek ü tâz olmak da‘vâtı ‘arza-i ‘arsa-i icâbet kılındığı siyâkda edhem-i siyeh-zânû-yı kilk-i serî‘ü’l-cereyân bu vaz‘-ı dil-firîb üzre kat‘-ı mesâfe-i beyân ider ki bundan akdem merbût-ı tavîle-i temellükleri olan huyûl-ı kehîliyyü’s-savlden kâse-süm [ü] tâvus-düm bir esb-i dil-ârâm u nâzük-endâmuñ zîrdân-ı ‘abd-i müstehâmlarında hırâmına dâ’ir sebk iden va‘d-i kirâmîleri der-‘akab incâz buyurulmak me’mûlinde iken rişte-i tûl-i emel gibi dûr u dırâz te’hîrin ya‘nî esb-i mev‘ûdun bu âna gelince ıstabl-ı ‘âlîlerinde bir hatve harekete me’zûn olmamasının aslı ne ola diyü mızmâr-ı endîşede hayli pûyân u revân olup eger at[ı] alan geçdi meseli ile ‘amel buyurulmuş ise geçmedigini i‘lâm içün çend rûz mukaddem ma‘rûz-ı pîşgâh-ı sa‘âdetleri kılınan tezkire-i latîfe-âmîzimle ol ihtimâl ber-taraf olmuş idi. Bundan sonra ‘özr-i lenge yer kalmadı diyerek tesliyyet-i dil-i nâ-kâma âgâz eyledigim esnâda mîrâhûrları ağa kullarıyla vürûdı egerçi pençe-i saht-gîr-i ye’s ü hırmândan tahlîs-i girîbân ve hâsıl olan dağdağa vü teşvîşi derûndan atıvirmekle (atı virmekle: tevriye) îcâb-ı neş’e-i câvidân itmiş idi. Lâkin esb-i merkûmuñ ser-â-pâ-yı endâm-ı hoş-nümâsına imâle-i nazar-ı dikkat olundukda mûy-ı musaykal-ı şu‘le-fâmından nezzâre-i dâ’iyânem kayup el-hâsıl a‘zâsında tırnak ilişdirecek ve mehâsininde parmak basacak bir mâddeye dest-res mümkin olmamağla bahşiş atuñ dişine bakılmaz diyü zîn-i kabûl ile püşt ü cenbine zînet virilicek anda erbâb-ı basîretden biri aksar-ı ‘ibârâtla ayağında olan za‘f-ı basarı bu bendelerine irâ’et ve süllem-i i‘tibârdan el-hâletü hâzihi kendüde bir basamak ancak kalmağla çok çok kabara[ya] muhtâcdır diyü söyledi. Bendeleri dahı firîfte-i endâm-ı tasvîr-gûnesi oldığım ecilden kabûl ve i‘âdeden birine cesâret idemeyüp şimdilik mihmân-hâne-i ıstabl-ı fakîrânede ârâmına cevâz virildi. Taraf-ı devletlerinden kâ‘ide-i ni‘me’l-bedel birle i‘âdesine ruhsat virildikde ol za‘îfü’l-basar ıstabl-ı ‘âlîlerinde olan rüfekâ-yı kadîmesine mülâkâtla karîrü’l-‘ayn olur. Kaldı ki sinn-i şerîfleri tashîhine dâ’ir bazı su’âliñ cevâbı mîrâhûr ağa kullarınıñ takrîr-i sıhhat- semîrine ihâle olundukda nev‘-i beşere mahsûs olan ‘ömr-i tabî‘îyi birkaç kerre tekmîl idüp cenâ’ib-i mevkib-i Timûr Hân’a pîş-âheng ve Burusa muhârebesinde isâbet-i dâne-i tüfeng ile pây-ı bâd-peymâsı leng olduğını ifâdeden sonra sebeb-i te’hîrinden su’âl olundukda devletlü ağa efendimiz hengâm-ı va‘dde âhûrdan ihrâcını emr buyurmuşlar idi. Lâkin esb-i merkûmuñ hatve-endâz olma şöyle tursun hareket-i mezbûhâneye dahi liyâkati olmamağla hademe-i âhûr ile bi’l-ittifâk ihrâcına sa‘y-ı mevfûr iderek bu tarafa güc ile imrâr idebildik. Eger at kayığı olmasa gurre-i muharreme dek ancak cenâbınıza vâsıl olur idi. Zirâ esb-i mezkûrun terkîb-i a‘zâ ve tertîb-i eczâsına irâde-i ezeliyye ta‘alluk itdükde bir ayağı Nemçe baş tercemânı Topal Deste’den ve bir ayağı dahi divân-ı hümâyûn kalemi kâtiblerinden (…..) Efendi dimekle ma’rûf bir zât-ı pâ-şikesteden ve inhitât-ı dest-i nâ-dürüsti hâlâ vezîr müfettişi (…..) Efendi’niñ omuz-ı bed-âmûzından isti‘âre olunmuş idi diyü hatm-i kelâm,
Ve kalem încâ resîd u ser şikest
mısra‘ıyla temhîr-i şukka-i merâm itdigi ma‘lûm-ı ‘âlîleri buyuruldukda kabûl ve i‘âdeden her kangısı muvâfık-ı re’y-i rezînleri ise fermân efendümüñdür.”
Günümüz Türkçesiyle
“(1) (…) Hazretleri daima mutluluk ve ikballerinin altın gemli atı mutluluğun son sınırında dolaştığı meydanda; akranlarından üstün ve seçkin, kutlu talihlerinin çevik dizginli atı, ebedî mutluluk durağının başında koşmaya hazır olmak davetleri, icabet arsasına arz edildiğinde hızlı hareket eden kalemin siyah dizli karayağız atı, bu gönül aldatıcı durum üzerine beyan (söz, ifade) mesafelerini kat eder. (2) Bundan önce uzun bir süre sahip oldukları sürmeli gözleriyle saldıran atlardan kâse tırnaklı ve tavus kuyruklu, gönül dinlendiren ve güzel vücutlu bir atın, bu şaşkın kulunun sahipliğinde salınmasına dair vaki olan cömert vaatleri (vardı). (3) (Bu sözün) hemen gerçekleştirilmesini emretmek isterken uzun emellerin ipi gibi uzak (bir zamana) ertelenmesinin, yani vaat edilen atın bu ana kadar yüce ahırlarında bir adım hareket etmeye izinli olmamasının aslı nedir diye düşünce meydanında hayli düşünüp dolaş(tım). (4) Eğer ‘Atı alan (Üsküdar’ı) geçti’ sözüyle hareket edildiyse de (atın henüz) geçmediğini bildirmek için birkaç gün önce saadetli huzurlarına arz edilen latifeyle karışık mektubumla o ihtimal giderilmişti. (5) Bundan sonra dayanaksız bir bahaneye yer kalmadı diyerek muradını alamamış gönlüme teselli vermeye başladığım sırada mîrahur ağanın (sarayın atla ilgili işlerini yürütmekle görevli kişi) adamlarıyla gelmesi, ümitsizlik ve elemin sert pençesinden yakayı kurtarmak ve ortaya çıkan telaş ve karışıklığı gönülden atıvermekle sonsuz bir neşeye yol açmıştı. (6) Fakat bahsedilen atın güzel görünümlü duruşuna baştan ayağa dikkatle bakınca duacı bakışlarım, kıvılcım renkli parlak tüylerinden kaydı ve bütün organlarında (vücudunda) tırnak iliştirecek ve güzelliğinde parmak basacak bir maddeye ulaşmak mümkün olmadı. (7) (Öyle olduğu) hâlde ‘Bahşiş atın dişine bakılmaz’ diye kabul eyeri ile arkasına ve yanlarına süsler konulacağı anda basiret sahibi biri kısacık cümlelerle atın ayağında olan göz hastalığını (atın ön ayağındaki aksamayı yazarın mizahî bir yaklaşımla ‘miyopluk’ olarak nitelediği anlaşılmaktadır) bu kullarına (bana) gösterdi ve itibar basamağından şimdiki hâlde kendinde bir basamak ancak kaldığı için çok sayıda kabaraya muhtaç olduğunu söyledi. (8) Ben köleleri de (atın) görünüşüne aldanmış olduğum sebebiyle kabul veya retten birine cesaret edemeyip şimdilik fakirane ahırın misafirhanesinde dinlenmesine izin verildi. (9) Tarafınızdan ‘güzel bir karşılık’ kuralıyla iadesine izin verildiğinde, o miyop hayvanın, yüce ahırlarında olan eski arkadaşlarına kavuşmasıyla gözü aydınlanır. (10) Kaldı ki (o atın) şerefli yaşlarının belirlenmesine dair bazı soruların cevabı mirahur ağanın kullarının samimi kanaatlerine havale edildiğinde, insana mahsus olan doğal ömrü birkaç kere tamamlayıp Timur Han kafilesinin yedek bineklerine önder ve Bursa muharebesinde tüfek mermisine hedef olup rüzgâr ölçen (hızlı) ayağının topal olduğunu ifade (etmişlerdi). (11) (Ondan) sonra geciktirilmesinin sebebi sorulduğunda devletli ağa efendimiz (atın) söz verilen zamanda ahırdan çıkarılmasını emretmişlerdi. (12) Lakin bahsedilen atın adım atması şöyle dursun kıpırdamaya bile gücü olmadığından ahır çalışanlarıyla beraberce çıkarılmasına çok çaba harcayarak bu tarafa güçlükle ulaştırabildik. (13) Eğer at kayığı olmasa Muharrem ayının ilk gününe kadar ancak yanınıza ulaşırdı. (14) Zira ezelî irade (Allah), bahsedilen atın bütün organlarını yarattığında bir ayağını Avusturya baş tercümanı Topal Deste’den, bir ayağını divan-ı hümâyûn kalemi kâtiplerinden (…..) Efendi adıyla bilinen bir ayağı kırık adamdan ve eğri ön ayağının inişini de (sekmesini), hâlen vezir müfettişi olan (…..) Efendi’nin kötülük öğreten omzundan ödünç alınmıştı. (15) Sözü böyle bitirip;
‘Ve kalem buraya yetişti ve ucu kırıldı (utandı)
mısrasıyla meramımı anlattığım (bu) kâğıt parçasına mührü(m)ü basarak yüce makamlarınızın bilgilerine sundum. (16) (Bu atı) kabul etmek veya iade etmekten hangisi sağlam görüşlerinize uygun ise ferman efendimindir (sizindir).
Mektubun Açıklaması
Yazar, kim olduğu metinde belirtilmeyen “… Hazretleri” diye ifade ettiği kişiye övgüyle mektubuna başlıyor (1). Metnin hemen başındaki atçılık terimleriyle yapılan teşbihlerle övülen “memduh”, ikinci cümleden anlaşıldığına göre sahip olduğu güzel atlardan “sürmeli gözlü, kâse tırnaklı ve tavus kuyruklu” olanı yazara vermeyi taahhüt etmiştir (2). Ancak verilen bu söz bir türlü yerine getirilmemektedir. Bunun üzerine Kânî, kendisine at vereceğini vaat eden kişiye [muhtemelen sadrazam vb. bir devlet adamı] daha önce bunu hatırlatan latifeli bir mektup daha yazdığını hatırlatmaktadır (3 ve 4). Mirahur ağanın adamlarıyla beraber geldiğini görünce atını getirecekleri için gönlü sevinçle dolar (5). Fakat gelen at ilk bakışta güzel görünmesine rağmen hiç de öyle değildir (6). Buna rağmen “Bahşiş atın dişine bakılmaz.” diyerek atı kabul eder ama bu işlerden anlayan biri her tarafı süslenmiş atın itibar basamaklarının sonuna geldiğini, onun ne kadar süslense de güzelleşemeyeceğini [“çok çok kabara” ibaresiyle anlatılan atın süslenmesinde kullanılan çivi başı şeklinde pullardır] söyler (7). Görünüşüne aldandığı ve geçici olarak ahırında konaklayan atın (8), iade edilerek eski ahır arkadaşlarının yanına gitmesi hâlinde miyop gözü parlayacaktır [“gözü aydın olmak” deyimine gönderme yapmaktadır. Aslında anlaşıldığına göre iade edildiği takdirde attan çok Kânî’nin “gözü aydın” olacaktır.] (9).
Mektubun buradan sonraki kısmında Kânî’nin mizahî, kendi ifadesiyle “latîfe-âmîz” üslubu daha belirgin şekilde karşımıza çıkar. “Bu şerefli (!) atın yaşını” ahır çalışanlarına sorduğunda atın ne kadar yaşlı olduğu, “birkaç insan ömrü kadar ömür sürdüğü, hatta Timur Han’ın yedek atlarının öncülerinden olan atın Bursa savaşında tüfekle vurularak topal kaldığı” tarzında mübalağalarla anlatılır (10). Atın verilişinin neden geciktirdiğini sorduğu ahır ağası atın zamanı gelince ahırdan çıkarılmasını emreder (11) ama atın değil ahırdan çıkmak, kıpırdamaya bile mecali olmadığından ahır çalışanları hep beraber güçlükle çıkarırlar ve ancak “at kayığı” [atları taşımaya mahsus bir tür sedye olmalı] vasıtasıyla götürebilirler (12, 13).
14. cümlede Kânî bir yandan atın sakatlığını ve zaaflarını anlatırken Allah’ın bu atı yaratırken atın (arka) ayaklarını Avusturya baş tercümanı Topal Deste ve (….) Efendi adıyla tanınan bir kâtipten, ön ayağını ise vezir müfettişi olan (…) Efendi’nin omzundan istiare ettiğini (ödünç aldığını) kaydeder. Kânî böyle yaparak bir yandan atın sakatlığını tasvir ederken bir yandan da herhâlde tavır ve icraatlarından hoşlanmadığı bu üç kişiyi de ustaca yermektedir. Mektubunu “Kalem buraya erişti ve ucu kırıldı (utandı)” anlamına gelen Farsça bir mısrayla tamamladığını belirten Kânî (15), mektubunun en sonunda bu atı kabul etmesi veya iade etmesi konusundaki kararı atı bağışlayan “devletli” zata bıraktığını söyler (16).