Şahabettin Süleyman
Şahabettin Süleyman, Safahat-ı Şiir ve Fikir, Sayı: 1, 19 Mart 1914, s. 3-6.
Bugün yeni bir zümre-i güzide-i şebap (gençlerden seçkin bir zümre) “Nâyî” kelimesinin etrafında toplanmış, yeni bir meslek-i edebî (edebî akım) ile hayat-ı matbuata atılıyor. Filhakika “Nâyî” lâfzı yabancılara bir şey ifade edemezse de bu, bence en manidar, en zî-hayat (hayat dolu), en ziyade ruh-ı esâsî-i Türkî (Türkçenin aslının ruhu) ile mümteziç (uyuşan) bir kelimedir.
Gençler, selefleri gibi, meselâ Hâmit gibi bugün bir irtica ile teceddüdü, teceddüd-i edebîyi temini düşünüyorlar. Üstad-ı muazzamın; Abdülhak Hâmid’in ricat-i tarihi tevellüdüne, tarih-i inkişâf-ı zekâsına istinaden yaşayan altmış ilâ seksen senelik bir mesafe-i maziye, Galib’in vefatından kendinin hayata kademzen olduğu (ayak bastığı) zamana kadar geçen müddete avdetten ibarettir. Bugünkü gençler bana anlattıklarına göre daha derinlere, bidayet-i saltanat-ı Osmaniyana (Osmanlı saltanatının başlangıcına), hatta Rum Selçukîlerinin (Anadolu Selçuklularının) son devirlerine kadar gitmek, şiir-i Osmanîyi menbaından ahz etmek ve bu mayayı yeni nazariyat-ı bedîiye (sanat teorileriyle) ile mezcederek teceddüdü husule getirmek istiyorlar, Teceddüdat ekseriya maziye, yani kavmin ruh-ı esasîsine ric’atle temin olunduğu takdirde payidar ve makbul olur. “Mâzi ve teceddüd”... Bu size garip gelir. Fakat bilmeli ki dünden alakasını kesen terakkiyat, muallakta kalarak ölür, yaşayamaz. Zaten teceddüde bir manayı hakiki ve felsefî vermek lâzım gelirse dünün efkâr-ı itikadatına zamlarda bulunmak veyahut onları tadil ve ıslah etmek demektir. Bahusus kavmin esasat-ı ruhiyesine tetabukla (uygunca) husule getirilen yenilikler daha ziyade metin, daha ziyade seriyü’l-intişardır (kolay yayılıcıdır).
İşte Nâyîler de bu suretle hareket ediyorlar, Osmanlı Türklüğünün esasına çıkıyorlar. Bizim için, Osmanlı Türklüğü için, pirü’l-mutasavvıfîn olan Mevlana Celalettin- i Rumî Hazretlerinden ahz-ı nefs-i meslek ediyorlar ve kendilerini teberrüken “Nâyî” tesmiye eyliyorlar. Makalenin iptidasında bu kelimenin bana pek çok şeyler ihtar ettiğini söylediğim zaman yanılmadığımı siz de anlıyorsunuz.
“Nâyî mesleğini Celalettin Rûmî Hazretlerinin vasıl olması bende başka başka tahassüsatı da uyandırdı. Bu kelime ve Celalettin Rumî Hazretleri daima bana Eşâtunîliği, yani milâd-ı İsa Aleyhisselam’dan yirmi sene evvelki İskenderiye’yi ve binnetice Eşâtunîliği kadîm Bahr-ı Sefîd (Akdeniz) havzasını, “hüsn-i mutlak” (mutlak güzellik) iddiasını nazarlarımda ve hafızamda canlandırdı. Eşâtun hüsnün tabiat haricinde bizatihi mevcut olduğunu ve bütün güzel olan şeylerin ona tetabuk ve teşâbüh etmek (uymak ve benzemek) mecburiyetinde bulunduğunu iddia eylerdi. Esasen bu, ruh-ı kavme ait müddeiyatın (iddiaların) düstur şeklinde tebellüründen (belirmesinden) ibaretti. Havza - Bahr-ı Sefid’le muhat ekalimde (Akdeniz civarında) oturanlar Kurun-ı Ulâda (Eski Çağda) hüsnü te’lih ediyorlar (ilahlaştırıyorlar) ve ona bir şekl-i mahsus veriyorlardı. Eski Yunanistan’da -yani ümmü’l-medeniyet olan Yunanistan’da- güzel ve kavî (kuvvetli) bir vücut her şeydi. Zafer, şeref, iklil (taç), hürmet hep ona aitti. Binaenaleyh efrad-ı kavm, üryan ve pür-gurur vücutlarını teşhir ediyorlar, binnetice, alatarîkü’l-kıyas (kıyas yoluyla), yanağın, gözün, dudağın, vechin, endamın en güzeli intihap olunuyor, timsâl olarak kabul ediliyordu. Daha sonra akvam hür, enâmî (halkçı), şahsın neşv ü nemasına (gelişip büyümesine) fevkalâde talepkâr muzaffer ve pür-hayat olduğu cihetle taassuptan müteneffir, ziyaya, nura meyyal, sadegîye düşkün, vuzuh ve intizama fevkalâde riyâyetkâr idi. Bunun içindir ki onun nazarında hüsün denilen şey bu şeraiti cami olandan ibaretti. Eski Yunanistan, hüsün olmak üzere akıl ve mantığın emrettiği intizam ve mükemmeliyet dahilinde sâdegîyi tanır.
Bu sebepledir ki Şark’ın yani Hind’in, Çin’in, İran’ın telakki- i hüsün ve sanatıyla (güzellik ve sanat görüşüyle) Havza’nın telakki-i hüsün ve sanatı arasında pek derin bir fark mevcuttur. Havza doğrudan doğruya ham mermerin, ham lisanın, ham esvatın heyecân-ı bediîyi (estetik heyecanı) nakletmesini âmirdir. O mermerin üzerinde ne renge ne de ziyanın sihr ü füsununa, ne de eşkâlin herc ü merc-i muazzamına (şekillerin muazzam karma karışıklığına) razı değildi. Fazla süs, fazla sun’iyet, onu yorar. Halbuki şark sanatı hiç böyle değildir. O dâima heyecan-ı bedii ile vasıtayı lisanı, elvanı (renkleri), eşkâli, evzâ (tavır) ve harekâtı, esvâtı (sesleri), hutûtu (çizgileri) ayrı ayrı telakki eylemiş, heyecanı tamamıyla ifade edebilmeleri için onları mübalağaya, anâsır- ı ecnebiye ile imtizaca davet etmiştir. Meselâ Sultan Süleyman-ı Kanunî türbesiyle Sultan Mahmud-ı Sânî türbesini ziyaret edenler bu hakikate tamamıyla muttali olurlar. Mimar Sinan Türbesi derunu tamamıyle şarkîdir. Orada ifade-i sâdekâr hutûttan mâada çinilerin de, ziyaların da, hatta biraz mübalağakâr bir surette heyecanı bedfîi mimari izhar ve irâe ettiklerini görürüz. Halbuki Sultan Mahmud tamamıyle aksinedir. Orada yalnız bir renk beyaza yakın sincabî bir renk, gerek hutûtta, gerek müzeyyenat-ı ezhariyede ifadekâr, hamil-i hüsni bediîdir (estetik heyecan yüklüdür.) Burada vasıta ile esas tamamıyla birleşmiş demektir.
İskenderiye mektebine gelince o, bu harekât-ı fikriye ve hissiyenin daha ziyade rakîki, daha ziyade mütemeyyizidir (seçkinidir). İskenderiye mektebi felsefiyesince his ve mantık yanıltıcı bir âlettir. Vücut (varlık) sun’î birşeydir. Binaenaleyh ruh ve hassasiyet doğrudur. Bunlarda in’ikas etmeyen (yankılanmayan) veya tanîndâr olmayan (tınlamayan) her şey bî-manadır. Hatta o kadar ki ruhu tenzih (ruhu güzelleştirme) ile asla takarrüp veya iltihak etmek (yaklaşmak veya birleşmek) mümkündür, nazariyesine kadar ilerlemiş tasavvufun esasatını teşkil etmiştir. Şu itibar ile o mesleğe göre vasıta şekl-i sun’îdir. Binaenaleyh şekil esasla imtizaç etmelidir ki bir kıymete malik olabilsin. Vâlâ (yücelik) mahrum-ı kıymet ve bî-manadır. Vakıa Araplar ve Acemler eski Yunan asarının tercümesinden ibaret olup da medeniyet-i İslâmiyenin inkişaf ve tezahüründen sonra şark felsefesiyle karışan felsefeye bu mesleğin yalnız ruhiyata, itikadâta ait kısmını almışlar, felsefe- i şarkiye ve İslamiye ile meczederek tasavvufu bir nehr-i fikret (fikir ırmağı) gibi muazzam ve pür-envar (ışık dolu) te’sis eylemişlerse de Mevlana Celalettin-i Rumî Hazretleri ona hem şekil, hem de ruhî kıymetini vermiştir.
Mevlana-yı müşarünileyh Belh’te, Horasan’ın bu küçük lahikasında (beldesinde) tevellüt etmesine (doğmasına) binaen, Harezmî tabiyetinde halis bir Türk olduğu gibi Rum (Anadolu) Selçukîlerine bilâhare tâbi olması, Konya’da kesb-i sıyt ü şöhret etmesi ve halkın ruhuna nüfuz eylemesi itibariyle de Türk zihniyet ve ruhiyetinin asırlardan beri yaşayan zinde bir vesikasıdır. Yunus Emre dahi tıpkı Mevlana-yı müşarünileyh gibi Nev-eşâtunî ve Türk olup o zihniyetin bize nâkıl-i müebbedidir (ebedî nakledicileridir). Mevlana hiçbir zaman tahassüsatını (duygularını) ifade ederken sadegîden (sadelikten) ayrılmamış, vasıta ile, lisanla heyecan-ı bediîyi (güzellik heyecanını) meczeylemiştir:
(Mevlana)
(Yunus Emre)
Şu sözlerde heyecan ile lisanın ne kadar memzuç olduğunu görmemek, hissetmemek için insanın edebiyattan bînasip olması iktiza eder. Zaten o devirlerde, hatta biraz sonralarda yazılan âsar tetkik edilecek olursa değil efkâr ve tahassüsât, hatta şekl-i edebî, esas-i edebî itibariyle bütün nevakısa rağmen Nev-eşâtunî oldukları görülür. Meselâ Âşık Paşa’nın:
veya Süleyman Çelebi’nin:
Veya, sözlerinin ma’nâ-yı zahirîsine atf-ı nazar kılınarak Halep’te “postun çıkartılan” zavallı Nesîmî’nin:
Veya âşık-ı mutasavvıf Emrah’ın bunlara nispetle yeni olmakla beraber:
sözlerinde olduğu gibi.
Türk, Asyâî bir kavim olmakla beraber Acem’in ve Arab’ın ruhundan başka bir ruh ile silsile-i a’sar (asırlar) arasında yaşamıştır. O her şeyden evvel tıpkı cenkte olduğu gibi kayd-şiken (kural çiğner) serâzât, tıpkı yaylalarında olduğu gibi sadeliğe meyyaldir. Bahusus bugünkü Osmanlı Türklüğünü teşkil eden maye-i esasîyi, hulefâ-yı Abbasiye’den Kaim Biemrillah’ın zimâm-ı hükûmeti (hükümetin yularını), şark ve Arap imparatorluğunu Al-Büveyh’ten alıp Selçuk ahfadından Ertuğrul Bey’e beşinci asr-ı hicrî esnasında tevdi ettiği dakikadan Osmanlılığın bidayet-i teessüsü (kuruluşunun başlangıcı) olan yedinci asrın son senesine kadar cereyan eden vekâyi ve hâdisat izhar etmiştir. Bu iki asır, Selçuklu ailesinin dahilen kendilerini yemeleriyle, Hasan Sabbah fırka-i Haşîşesinin (Haşhaşîliğin) îrâs-ı dehşet (korkuya sebep olma) ve hasar etmesiyle haricî düşmanlarla uğraşmakla, Moğol istilasıyla hakikaten fecayi devri, hakikaten mudhike devridir. Zaten hande ile girye ekseriye birleşir. İki asırlık bir teşevvüş (karışıklık) iki asırlık ceng ü cidal, iki asırlık tefessüh ve tereddi (bozulma ve soysuzlaşma) ruhları ne gelmiş ne de geleceği düşünen, başkasının mevcudiyetine mevcudiyetinin intikalini âmir bulanan, kıllet-i menâmı (âz uyumayı) kıllet-i taamı (az yemeyi) âzâdegî-i hırsı (ihtirasa kapılmamayı) esas telakki eden tasavvufa sevk ettiği gibi binneticede sadeliğe, sadelikte hüsnün taharrisine isal etmiş (güzelliği sadelikte aramaya ulaştırmış), eski İran’ın hatta Arab’ın tarz-ı telakki-i hüsnünden Türkleri ayırmıştır. O hâlde Türklüğün ruhu için en doğru hakikat sadelikte, kanaatte, başka bir mevcudiyete intikalde, meselâ fena fi’ş-şeyh olmakta (şeyhin varlığında yok olmakta) idi. Şeyh Mehmet el-Mısrî Niyazi: “llm-i bâtının husulüne âlet ve evvelâ hulus-ı kalp, daima mürşid- i kâmilin nefesi, zikrullah, kıllet-i taam, kıllet-i kelâm ve uzlet an-el-enamdır (varlık âleminden uzaklaşmadır)” diyor ki bu iddialarımızın lisan-ı tasavvufta söylenmiş en doğru vesikasıdır. Unutmamalıdır ki Osmanlı hükümeti tekyeler, yani tasavvuf üzerine müessistir. İlk padişahın kayınpederi Şeyh Edebali, ikinci padişahın icrââtı duagûsu Hacı Bektaş Veli idi.
Şu izahattan sonra esasa avdetle diyebiliriz ki bugünkü gençlik Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Âtî müntesiplerinin bulamadıkları bir nazariye, bir kaide etrafında toplanmak ve yeni bir çığır açmak istiyor, o da evvelce arz etiğim “Nâyî”liktir. Nâyîlik demek, teşekkül-i Osmaniyana ric’at demektir. Nâyîlik demek vasıta ile esas, yani lisan ile hassasiyeti mezcetmek, tahassüsat-ı mihanikiyet-i lisan ile (duyguları doğal bir dille) ifade edilmek ve vezin ve âhenkten başka bir süs kabul etmemek, sadegîyi timsal addeylemektir.
Şurada itirafı lâzıme-i vicdaniyeden olan bir hakikat vardır. O da bu nazariyenin mayesini, esasını Avrupa’da senelerce tedkîkat-ı edebiyede bulunduktan sonra İstanbul’a avdet eden şair Yahya Kemâl’in (Nefis manzumelerini ancak birkaç dosta gösterecek kadar kıskançtır.) getirmesidir. Mumaileyh bana bir gün
sözlerini okuduğu zaman ahenk ve hassasiyetin yekvücut gibi bu kadar birleşmesine hayret etmiş ve hemen meslek-i edebîsini sormuştum. O zaman bana hassasiyetin lisanla imtizaç etmesi lüzumundan bunun Türk ruhiyet ve zihniyetine daha muvafık geleceğinden uzun uzadıya bahsetmiş, ben de âciz tedkıkatıma binaen tasvip eylemiş, üstad-ı muhterem Rıza Tevfik Beyle uzun uzadıya bu hususta teâtî-i efkâr etmiştim. Filhakika bizim varsağılar, koşmalar, destanlar, divanlar vesair eşkâl-i nazmiye-i Türkiye -eşkâl-i kadime-i Farisiye (tetabu-ı izafet affedilsin) değil- hep bu suretle yazılmıştır. Binaenaleyh Yahya Kemâl, meselenin ruhuna nüfuz etmiş bulunuyordu. Yavaş yavaş bu fikrin etrafına gençler toplandı.
Dünyada hiçbir şey yoktur ki mazide onun bir muadili bulunmasın. La Bruyeree “Güneş etrafında yeni bir şey yoktur” dediği zaman en doğru ve en basit hakikati söylemiştir. Filhakika altıyüz senelik tarih-i edebiyatı Osmaniye içinde devr-i tasavvufî bitip de devr-i saray başladığı andan itibaren meslek-i Nâyî’ye muvafık pek çok güzide sözlere tesadüf etmek mümkündür. Meselâ Nedim’in:
Fuzulî’nin:
Veya Hâmid’ in
sözleri gibi.
Lakin mesele gayr-i idrakî (algılanamaz), gayr-i vicdanî (değerlendirilemez) bir surette mevcut ve meknuz (gömülü) bulunanı idrakî, vicdanî bir şekle vaz’etmek (koymak) ve ondan sonra ona göre hareket edebilmektedir. İşte bugünkü gençlik bunu ifa etmekle cidden mübahî olabilir.
Yeni Nesil, bize başka bir lisan, başka bir histe geldi. Yeni Nesil başka bir nazariyeyi hamil bulunuyor. Takriben bir sene evvel bu cereyanın başında ben iptida Halit Fahri’yi buldum. Halit Fahri sakin ve sakit Nâyî lisanını teşkil ve tesis ile uğraşıyordu.
Lakin ihtiyaç ve cereyan bazı cereyanâtı hissiye ve fikriye hafi (gizli) olmakla beraber pek seriyü’l-intikaldir (çabuk yayılandır). Diğer gençleri de aynı gayeye tevcih ediyordu. Halit Fahri şark masallarını Nâyî bir şekil ve ifade ile tespite çalışırken, ötede Selahattin Enis Hakîkiyyun (Realizm) mesleğini, Hakkı Tahsin esatîr-i şarkıyeyi, Enis Behiç ve Hıfzı Tevfik ve Orhan Seyfettin asr-ı ahir hislerini ve Yakup Salih fantaziyeleri, Safi Necip Maupassant tarz-ı tahkiyesini aynı lisana nakle uğraşıyorlardı. Menfaat düşünmeksizin, yani sırf sanatkâr olarak çalışan bu gençler içinde Mevlanâ Celalettin-i Rumî Hazretleri’nin intisal tarikiyle (soyundan gelme yoluyla) tahassüsat ve efkârını hamil İbni Mevlanâ Hasan Saîd’i de buldular. O da başka bir noktadan tetkik ve tetebbu cihetiyle aynı mesleği neşirle iştigal ediyordu.
İşte bu zümre-i şebap (genç zümre) birleşerek bugün tıpkı “Parnaslılar” gibi bir mekteb-i edep vücude getirdiler. Hattâ muvaffak da oldular. Mesela Halit Fahri’nin şu sözlerinde bir manâ-yı haricî bulunmadığı hâlde bize ta uzaklarda çöller ve yaylalar arasında gizli ve metrûk eski bir şehri ne güzel ihsas ediyor.
Burada bütün vazifeyi lisanın heyecan-ı bedîî ile imtizaç ederek, bir aheng-i mahsus alması ifa’ ediyor. Şair bu eserinde Nâyî bir tarzda, cidden muvaffak olmuştur. Ve yine Orhan Seyfettin’in şu beytinde kelimelerden ziyade lisana verilen aheng-i ruhî ve derunî, mahviyet-i âşıkaneyi izhar ve irae ediyor:
Ve yine Hakkı Tahsin’in esâtîrî bir hikâyesinden imtizaç ettiğimiz: “O zaman insanlar henüz hüsnü sevmiyorlardı kaya kovuklarında ikamet eyleyen bu cins beşerin bütün zevki güzel ceylanları bir hamlede kementleriyle boğmak ve yuvalarında aşk ve bahar nağmeleri besteleyen hisli, şâir kuşları da o kadîm yavrularından cüda bıraktı...”
Ve Selahattin Enis’in, bir fahişe kadının son mektuplarına ait olan bir eserinden çıkardığımız: “Söyleyiniz, bunda benim bir kabahatim var mı idi? Ben sizi istemiyordum, ben sizden iğreniyordum. Buna mukabil siz bana koşuyorsunuz, siz bana hücum ediyordunuz ve hepiniz benim hiçbirinizi sevemeyeceğimi, sevsem bile benim yalnız tahrip için yaratılmış bir kadın olduğumu biliyordunuz. O halde, o halde... Niçin bana koşuyordunuz. Niçin hepiniz bir köpek zilletiyle bana itaat ediyordunuz. Niçin, niçin, söyleyiniz; niçin güzel mi idim, söyleyiniz güzel miydim? Güzeldim, güzel, çok güzeldim. Ve siz bunun için bana koşuyordunuz değil mi?...”
Şu dakikadan itibaren yeni bir meslek-i edebî, tarih-i edebiyata ayak basıyor. Gençliğin hummâ-yı sanatla, menfaat beklemeyen humma-yı sanatla çırpınması, bence âtî için en büyük ümittir. Sanatın en büyük sunalarını, en büyük mekteplerini bu aşk-ı menfaat-nâ-endîş (menfaat beklemeyen aşk) tevlit etmiştir (doğurmuştur).
Nâyîliğin bu suretle pek büyük terakkiye mazhar olmasını temenni eder ve takdis eylediğim Fecr-i Âtî ye mensup olmasaydım, o neslin Osmanlı edebiyatına ciddî hizmetler ifa ettiğine kani bulunmasaydım yeni gençliğe iltihak etmek hususunda bir saniye tereddüt etmezdim.