Kaynak: Dağlarca, Fazıl Hüsnü, (2000). Açılış Konuşması. 1.Ulusal Çocuk Kitapları Sempozyumu, Ankara: A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi ve Tömer Yayını.
Sayın Bilim Adamlarımız, Sayın Konuklar, Sevgili Çocuklar... Sevgili Anneciğim! Anne, kim derdi ki bana anlattığın masallar büyüye büyüye beni de derinleştirecek, beni de herkese açık kılacak.
Annemden duyduğum ilk sözcük, ezberlediğim ilk sözcük “badem”dir. Badem sözcüğü, babamın içki sofrasında bana tattırdığından mıdır nedir, benim ilk sözcüğüm oldu. Konya’da çarşıda gezerken bir dükkanın vitrininde badem kavanozu gördüğümü anımsıyorum. Hemen annemin ellerinden ayrılarak “Bedim” diye o dükkana koştum ve bana badem aldılar.
Ben, çoğunun düşündüğüne göre ters düşünüyorum. İsterdim ki bir çocuk doğduğu zaman o eve bir kitap sunulsun. Çocuk, hiç okuma bilmediği halde o kitabı göre göre, buradaki görünmeyen göz sayesinde bir kişilik, bir merak kazansın. Ben, büyük bir şansla küçüklüğümde kardeşlerimin, ağabeylerimin, halazadelerimin çalıştığı masanın kıyısında dolaşırdım. Onların ellerinde gezen kağıtlar, onların birbirlerine okudukları (ki sonradan şiir olduğunu anladım), beni, inanın içimden bir saat gibi kurdu. Bunların konuştuğu sözlerde iki türlü, üç türlü biçim olduğunu anladım. Birisi böyle “tık tık” gibi işliyor, birisi daha uzun aralıklarla işliyor ve birbirlerine okurken duyduğum ses değişimi bana edebiyatın, sözcüklerin ilk yaşamasını verdi.
Çocuk kitapları yazarlarına da şunu öneriyorum: Gözlerinizle görmeyiniz. Sözcüklerle görünüz, sözcük gözleriniz olsun. Bu, büyük bir devrimdir. Ne yazık ki bizim edebiyatımızda herkes sözcüklerle görmüyor. Ama asıl görülecek göz, asıl bize yararlı olacak göz sözcüklerdir. Sözcüklerin emin olun, 83 senesini anımsıyorum şimdi, sözcükler başlı başına bir kitaptır. Bir sözcüğün içindeki hece farkları sınırsız imgelemeler yaratır. İşte çocuk edebiyatı budur.
Beni buraya çağıranlara, beni dinleyenlere teşekkür ederim.
Sunucu: Sayın Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya teşekkür ediyoruz. Acaba kendisine soru yöneltmek isteyen var mı?
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Ben başlayayım. Kim en güzelse o konuşsun.
Ben şunu diliyorum doğan çocuğu evvela bozmayalım, onun doğadan taşıdığı kişiliği büyütelim, yoğunlaştıralım.
Peki Halman senden rica ediyorum, çocuklara başlangıç olsun bana bir soru sorar mısın?
Prof. Talat Halman: Acaba en sevdiğin kısa bir şiirinizi sizden dinleyebilir miyiz?
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Valla bütün şiirlerimi seviyorum. Bir dörtlük aklımda bari, onu söyleyeyim. Uzun şiirleri, ne yazık ki anımsamıyorum.
Dinleyici: Yaramaz Sözcükler isimli kitabınızı defalarca yazdığınızı söylediniz. Bunu biraz açıklar mısınız? Neden defalarca yazdınız?
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Türkçemizin ne büyük bir dil olduğunu göstermek amacıyla yazdığım kitabın adıdır Yaramaz Sözcükler. Bu kitap yedi kez yazılmıştır. Benim bir huyum var. Bir kitabı çok kere yazarım. Anımsıyorum, bir sayım günüydü, gittiğim uzak bir kazada yazdım onu. Şöyle kısaca özetleyeyim: Emekli bir öğretmen yanında köpeği ve papağanıyla bir köye yerleşiyor. Oturuyor, o akşam bir şiir yazıyor. Sabahleyin bir bakıyor ki, sözcükler kendi sözcükleri fakat şiir başka. Şaşırıyor, “Bu nasıl iş? Bunu ben mi yazdım?” diyor. Ertesi gün şiir yazarken iki kopya olarak yazıyor ve birini bir yere birini başka bir yere saklıyor. Sabahleyin iki şiirin birbirinden farklı olduğunu görüyor. Bu denemeler sürüp gidiyor. Ama hiçbir garip olay olmadığı halde öğretmen, her ertesi sabah birbirinden farklı şiirlerle karşılaşıyor. Aynı sözcükler yer değiştiriyor. Bu böyle sürüp sürüp gidiyor. En sonra yazdığı şiirin on beş nüshasını çıkıyor. “Aynı sözcükler neden böyle değişiyor?” diye merak ediyor ve sonunda diyor ki “Demek ki sözcüklerin ayrı bir bilinci var, ayrı bir isteği var, acelesi var. Bunlar benim yazdığımı beğenmiyorlar, daha güzel bir hale getiriyorlar.” En sonra anlıyor ki, bütün o şiirlerde bahsettikleri sadece yüzeysel. Derinlemesine, toplumun dertlerine eğilmediği için sözcükler değişiyor, başka başka anlamlar alıyorlar. Sonra kitap aslına dönüyor, her sözcük yerine gidiyor.
Yeri gelmişken söyleyeyim, bu kitabı evvela Kültür Bakanlığı bastı. Bana yüzde üç telif hakkı vermeye kalktı, reddettim, almadım. Sonra devlet bu kitabı toplattı, ama sonra gene akladı; bu defa Kültür Bakanlığı yine bastı. Bana yüzde dört vermeye kalktı bu sefer, onu da reddettim. İki defa reddettim bu kitabı. Şimdi seviniyorum, herhalde birçok yere ulaşmıştır artık. Anı kitap, daha sonra iki yayınevi tarafından yeniden basıldı, şimdi satıştadır. Yaramaz Sözcükler’i, 210’u bulan kendi yapıtlarım arasında, içimin en ısındığı yapıt olarak saymaktayım.
Dinleyici: Değerli Ustama benim de bir sorum var. Gerek çocuklar için yazdığı yapıtlarda gerek diğerlerinde sonsuz bir konu çeşitliliği görüyoruz. Yaşamın hemen her alanında ve bu konu çeşitliliğinin gerektirdiği duygu yoğunluğu, bazen öfke, bazen acı, bazen direnç, bazen sonsuz bir umut. Sizin için “Yaşama geniş bir pencereden bakmaktadır” diyebilir miyiz?
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Bunun binlerce yanıtı var. Birini söyleyeyim. Her ozan, hem kendi toplumunun hem de yeryüzü toplumunun üyesidir. Hepsiyle beraber duyar, hepsini duyar. Ben, sanki içinde binlerce saat var gibi binlerce konuyu yaşayan bir adamım. Her saniye, yeryüzünün en uzak yerindeki olaylarla yüklüyüm. Şunu da açıklayayım: Her sanat eseri bir tiyatrodur. Sözcükler arasında oynayan bir tiyatro. Sözcükleri bir insan sayınız. Kadın, çocuk, erkek yahut hayvan sayınız. Yine insan bir saat kulesidir, binlerce saat taşıyan bir kuledir. Hepimizin bileğindeki saatler, meydanlarımızdaki saatler, bütün evlerdeki, bütün dairelerdeki saatler insanda işler. İşlemezse o kişi insan değildir.
Çocuklar, sizden bir soru gelmezse ölürüm yani.
Dinleyici: Değerli ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya sonsuz saygılarımı sunuyorum. Sizin Cumhuriyet dönemi şiirimiz içinde yeriniz tartışmasız olarak çok değerli, büyük. Ben, çağdaş edebiyatımız içinde çağdaş çocuk edebiyatımıza nasıl baktığınızı, Cumhuriyet dönemi olarak çocuk edebiyatımızı nasıl değerlendirdiğinizi öğrenmek istiyorum efendim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Efendim ben küçükken, benim Şakir diye bir ağabeyim vardı. Bunun evde ciltlenmiş çok güzel bir kitabı vardı. O ciltli kitap daha boyum bu kürsü kadarken beni ilgilendirdi. İlk okumayı öğrendiğim günlerde bu kitabın Vezni adında bir öğretmen tarafından Şakir ağabeyime hediye edilmiş olan bir çocuk kitabı olduğunu gördüm. Kitap Fikret’in Şermin’i. “Şakir’e” diyerek ithaf etmiş. O dörtlük de aklımda söyleyeyim:
Bu kitap hâlâ yeğenimin kitaplığında bulunmakta. Bana bir mektubunda sana göndereyim dedi, istemedim. Şimdi bu kitap benim çocuk kitabı yazmamın ilk nedenidir. Bunu okuduktan sonra 1959’da ilk çocuk kitabımı yazdım. Sonra arkası geldi. Benim çocuk kitabı yazmamın amacı şudur: Biraz önce hocalarımın dediklerine tümüyle katılıyor ve şunu da ekliyorum: Çocuğa çok ilişmeyelim. O kendi yolunu bulur ve yaşar. Mesela ben küçüklüğümden beri kirazı merak ettim ve hep içindekini özledim. Çocuğa elinde kitap okutmaktan kaçınalım demiyorum. Çizgi romana da biraz karşıyım. Çünkü çizgi düşünceyi öldürüyor. Onu sevecek kadar çizgi olsun, ama asıl amacı sözcük olsun.
Sonra bir de şunu söyleyeyim yeri gelmişken. Bilhassa bilim adamına dönerek söylüyorum. Bir dilbilgisi var bir bilgi dili var. Dilbilgisi bilim adamlarının dile sonradan baktığı bir bakıştır. Ama bilgi dili, çocuğun ilk muhatabıdır. Annesinden babasından duyduğu sözlerdir.
Çocuk o küçük dağarcığında heceleri birbirinden ayırır, birleştirir. Öteki o neye benziyor diye merak eder. Asıl dil odur. Her çocuk, Türkçeyi konuşurken içindeki bilgi diline uyar. Bilgi dili, dilbilgisinin üstündedir. Dilbilgisi ancak bilgi dilini kayda geçirir. Her zaman da geri kalır. Bilgi dili durmadan ileri gider. Bunu da hepinize duyurmak isterim.
Mustafa Şerif Onaran: Dağlarca’nın en büyük özelliği hiçbir ozanımızın yapamadığı önemli bir görevi çok büyük bir başarıyla yerine getirmektir. Özleşme dilini şiirimizde yaşatmak. Bu özleşme dilini şiirimizde yaşatmak çok zor bir iş. Bunu bu kadar başarıyla şiirde nasıl kullanabiliyorsunuz?
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Efendim, şimdi açıklayayım. Ben Fazıl Hüsnü Dağlarca değilim. Bu, herkesin bana taktığı bir isim. Ben Türkçeyim. Onun hizmetçisiyim. Sabah kalkarım, onun sütünü içiririm, gazetesini okurum. Akşam yatağını yaparım, yatırırım. Ben, onun uşağı, yardımcısıyım. Onun için ben Türkçe üzerinde oynamıyorum. Türkçe benim üzerimde oynuyor. Ben, emin olun her nefesimde, her saniyemde Türkçenin içimde böyle bir karı gibi dolaştığını; yeni yeni sözcükler aradığını, bunları bulduğunu yaşıyorum. Türkçesiz bir saniyem geçmiyor. Türkçe için ayrı bir çaba göstermiyorum, çünkü ben oyum.
Çetin Öner: Sevgili Hocam, Üstadım. Sizin şiirlerinizde canımı yakan sorular buldum. Sizin şiiriniz gerçekten bizdeki duyarlığı geliştiren ve dünyaya başka türlü baktıran bir şiirdir. Ama bütün şair ustalarım ve dostlarıma benim sürekli merak ettiğim bir sorum vardır. Türkçeyi çok güzel betimlediğiniz şiirinizde; peki sizce şiir nedir efendim?
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Bunun binlerce yanıtı olabilir efendim. Şiir insanın içindeki doğanın parlamasıdır. Bize yoldaşlık etmesidir. Bence şiir bütün bilimlerin, bütün ulusların anasıdır, başlangıcıdır. Şiirsiz bir insan, şiirsiz bir yeryüzü düşünülemez. Türkçemizin büyük varlığıdır. Emin olun uygarlık bakımından geriyiz, bunu biliyorum; ama biz unutturulmuş Türkçemizi yeniden anımsarsak, yeniden onunla düşünmeye başlarsak bütün aşamaları geride bırakır, her sorunu atlatır gideriz. Türkçe bir uygarlıktır tek başına. Bugün birçok çevirmenim, bana “Senin şu mısran, şu dizen çevrilemez” diyorlar. Neden çevrilemez? Çünkü Türkçe zengindir, Türkçe yeryüzünün en büyük dilidir.
Prof. Dr. Yahya Akyüz: Sizin gibi büyük bir şairimizi bulduğumuz zaman şiirleriniz kadar çalışma yöntemleriniz ve kısmen açıkladığınız şiir yazma tarzınız da ilgimizi çekiyor. Bunlar hakkında da bir şeyler söyler misiniz? Bunları bilmek de bizim için büyük önem taşıyor. Kaşgarlı Mahmut Divanü Lugat-it Türk adlı değerli eserini dört kere yazmıştır. Öncekileri beğenmemiş ve dördüncüsünde karar kılmıştır. Siz de konuşmanızın başında yedi defa yazdığınızı söylediğiniz; daha sonra da Türkçe üzerinde oynamıyorum dediniz.
Özetle hocam, Türkçe zenginliği ölçüsünde bize bir o kadar da büyük güçlük çıkarıyor diyebiliriz. Çünkü zengin bir dile hakim olmak daha zor bir iştir ve bizim bugün gerek çocuk edebiyatında gerek genel olarak edebiyatta olsun, yazarlarımızın bence bir eksiği şu: Türkçe üzerinde, terimler üzerinde, kavramlar üzerinde yeterli ölçüde çalıştığımızı sanmıyorum. Oysa tarihimizde Kaşgarlı Mahmut gibi büyük bir üstad “Ben yazdım, oldu” demekle yetinmiyor ve değerli eserini dört defa kaleme alıyor. Özetle, kalıcılık çok çalışmakla, çok yazmakla, çok düşünmekle ve dile çok hakim olmakla gerçekleşir. Zaman, kendisine değer verilmeden yapılan şeyleri affetmez, siler atar; kalıcı olmak sizler gibi çok çalışan şairlerin, yazarların hakkıdır. Teşekkür ederim.
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Çok güzel söylediniz. Eser kötü yazılmışsa yazarı silkeler atar, ona katılıyorum. Bunu şöyle açıklayayım: Bu oda kadar bir mermer kalıbı düşününüz. Alacaksınız mermer çekicini, içerdeki “kaplanı ve meme emen yavrusu”nu ortaya çıkarmak için bu mermeri azalta azalta, figürü elde edinceye kadar uğraşacaksınız. Yazmak da buna benzer. Bu oda kadar bir sözlük düşününüz. Büyük bir bölümünü atacaksınız, sileceksiniz; yazdıklarınız değil, geride kalan sanat eseri olacaktır. Daha önce de söylemiştim: Yazacağın şey azaltılmış dil olacak. Gerek şiir olsun gerek hikaye olsun gerek konuşma olsun biz fazla sözcük kullanıyoruz. Halbuki az sözcük kullanacağız ama yerinde kullanacağız. Bence büyük yapıtın yolu sözcük tasarrufudur.