Jean-Paul Sartre
Çeviren: Selahattin Hilav.
Perşembe, saat on bir buçuk:
Okuma salonunda iki saat çalıştım. Sonra, pipo içmek için aşağıya, avluya indim. Zemin, gül renkli tuğlalarla döşelidir. On sekizinci yüzyıldan kaldığı için Bouville'liler bu avluyla övünürler. Chamad ve Suspedard sokağın başına yerleştirilmiş eski zincirler yüzünden otomobiller içeri giremez. Köpeklerini gezdirmeye çıkmış siyah elbiseli kadınlar, duvarlar boyunca kemerlerin altında dolaşırlar. Aydınlığa çıkmazlar pek. Ama genç kızlarınki gibi kaçamak ve doygun bakışlarını Güstave İmpetras'ın heykeline çevirir, onu göz ucuyla süzerler. Bu bronz devin ismini bilmezler herhalde. Ama redingotuna ve silindir şapkasına bakıp, seçkin bir kişi olduğunu anlarlar. Güstave İmpetraz, şapkasını sol elinde tutuyor, sağ elini bir kâğıt tomarının üzerine dayamış. Sanki büyük babaları, bronz haline getirilip, bu kaidenin üzerine yerleştirilmiş gibi gelir onlara. Her konu üzerinde kendileri gibi, hem de tıpkı kendileri gibi düşündüğünü anlamak için uzun boylu bakmak zorunda değillerdir. Bu adam, elinin altında ezilen kâğıt tomarlarından edindiği uçsuz bucaksız bilgeliğini ve yetkisini bu hanımların minnacık ve kaskatı düşüncelerinin yararına kullanılmıştır. Siyahlar giyinmiş hanımlar, bir iç rahatlığı duyar; ev işlerine yönelir, köpeklerini gezdirirler. Çünkü babalarından kalan o kutsal, o güzelim düşünceleri savunmak sorumluluğu onlara düşmez. Bronzdan bir adam bu işi üzerine almıştır.
Büyük Ansiklopedi'de bu zatla ilgili birkaç satır var. Geçen yıl okudum. Kitabı pencerenin kenarına koymuştum, bulunduğum yerden İmpetraz'ın yemyeşil kellesini görebiliyordum. 1890 yıllarına doğru, kendini gösterdiğini öğrendim. Akademi müfettişiymiş. Sevimli resimler yapmış. Üç tane de kitabı var. "Eski Yunanlılarda Ün Kazanma Üzerine" (1887), "Bollin'in Eğitbilimi" (1891), ve l899'da yazdığı bir şiirsel vasiyet. Çoluk çocuğunun, sağbeğeni sahiplerinin yakarışlarını ardında bırakarak 1902 yılında bu dünyadan göçmüş.
Sırtımı kitaplığın duvarına dayadım. Sönmeğe yüz tutan pipomu çekiştiriyorum. Kemerlerin altından korka korka çıkıp İmpertaz'a gözünü kırpmadan kurnazca bakan ihtiyar bir kadın görüyorum. Birden yüreklenip, avluyu dört nala geçiyor. Heykel önünde bir an duruyor, geviş getirir gibi çenelerini oynatıyor. Sonra basıp gidiyor. Gül rengi zemin üzerine bir kara leke haline giriyor ve duvarın çatlaklarından birinin içinde gözden kayboluyor. 1800 yıllarına doğru, pembe tuğlaları ve evleriyle, bu alan belki de neşeli bir yerdi. Oysa, şimdi kurumuş, kötüleşmiş, tiksinti veriyor insana. Kaidenin üzerinde duran şu adamcağızdan ötürü bu.
Bronza dökülünce, bu üniversite öğretmeni bir sihirbaz haline girmiş. İmperaz'a tam karşıdan bakıyorum. Gözleri yok, burnu pek belirli değil. Bir ilçedeki bütün heykellere, bulaşıcı hastalık gibi ara sıra musallat olan o acayip cüzzam, sakalını kemirmiş. Selam veriyor. Yeleğinde, kalbinin üzerine gelen yerde aç renkli bir leke var. Hastalığa tutulmuş sanki. Canlı değil ama, büsbütün ölü de sayılmaz. Çevresine sessiz bir güç yayıyor, bir rüzgâr gibi itiyor gövdemi. İmpetraz beni avludan dışarı atmak istiyor. Pipomu bitirmeden hiçbir yere gitmem. Sıska bir gövde beliriyor ardımda, irkiliyorum.
"Özür dilerim efendim, rahatsız etmek istemezdim. Kendi kendinize konuştuğunuzu gördüm de. Yazacağınız cümleleri düşünüyordunuz mutlaka." Gülümsüyor: "Aleksandirin yakalıyordunuz herhalde."
Autodicate'a aptal aptal bakıyorum. Şaşkınlığım onu da şaşırtmış gibi:
"Düz yazı da aleksandirinlerden kaçınmak gerekmez mi efendim?"
Biraz gözünden düştüm. Bu saatte burada ne işi olduğunu soruyordum. Patronu izin verdiğini, dosdoğru kitaplığa geldiğini, yemek yemeden akşama kadar çalışacağını söylüyor. Ne dediğini dinlemiyorum artık:
Sizin gibi bir kitap yazabilmek mutluluğuna erişmek" sözünü ansızın duyunca biraz önceki konudan ayrıldığını anlıyorum.
Bir şeyler söylemem gerekiyor.
İnanmıyormuş gibi: "Mutluluğuna mı?" diyorum. Söylediklerimi yanlış anlayıp hemen düzeltmeğe kalkıyor: "Değerliliğine demem gerekirdi efendim."
Merdivenden çıkıyoruz. Çalışmak gelmiyor içimden. Biri, masanın üzerine Eugenie Grandel'yi bırakmış, yirmi yedinci sayfası açık. Hiçbir şey düşünmeden önüme alıyorum onu. Önce yirmi yedinci sonra yirmi sekizinci sayfayı okuyorum. İlk sayfadan başlamağa cesaretim yok. Autodicate, hızlı adımlarla raflara yöneliyor. Aldığı iki kitabı, kemik bulmuş bir köpek gibi masanın üzerine koyuyor.
"Ne okuyorsunuz?"
Bunu açıklamaktan tiksiniyor sanki. Biraz duraksıyor, şaşkın şaşkın bakınıyor sonra, sıkıntılı bir halde kitapları uzatıyor. Larbaletiyer'in Turbalar ve Turbalıkları ve Lastex'in Hitopadesa ya da Yararlı Bilgi'siymiş. Anlamıyorum doğrusu! Neden sıkılıyor acaba? Okudukları doğru dürüst şeyler. Hitopadesa'yı karıştırıyorum; yüce duygulardan gayri bir şey yok içimde.
SAAT ÜÇ:
Eugeine Grandet'i bıraktım. İstemiye istemiye çalışmağa koyuldum. Yazı yazdığımı gören Autodacte, saygı dolu bir zevkle gözlüyor beni. Ara sıra başımı kaldırıyorum; horozunkine benzer boynunu çevreleyen koskoca, dimdik takma yakası gözüme çarpıyor. Elbiseleri yıpranmış, ama gömleği kar gibi beyaz. Aynı raftan bir başka kitap aldı. Adını tersinden okuyorum. Caudebec'in Oku Mlle Julie Lavargine tarafından yazılmış bir Norman kroniği. Autodidacte'in okudukları şaşırtıyor beni. Birden, son olarak elden geçirdiği kitapları yazanların adları aklıma gelmiyor. Lambert, Lanlois, Larbaletier, Lastec, Lavargne. Birden anlayıveriyorum. Okuma yöntemimi buluyorum. Öğrenimini abece sırasına göre yapıyor.
Bir çeşit hayranlıkla seyrediyorum onu. Böyle geniş kapsamlı bir işi yılmadan, ağır ağır gerçekleştirmek için öyle bir irade gerekli ki. Yedi yıl önce bir gün (öğretmenine başlayalı yedi yıl okuduğunu söylemişti) bu kitapla kabararak girmişti. Duvarları kaplayan sayısız ciltlere bakıp, Rastignac gibi; "Bilimler! Bu iş ikimize kaldı." demiştir.